8 Kasım 2010 Pazartesi

Pazar Kahvaltısı

   Geçtiğimiz Pazar sabahı, dört arkadaş, kahvaltı için sözleştik. Bu sefer farklı bir yere gidelim dedik ve Rumeli Hisarı'nın oradaki yerlerden birini teklif etti arkadaşımız İnci. "Peki" dedik, "öyle olsun". "Yeri bulabilir misiniz?" diye sordu İnci, biz de "Tabii buluruz canım, alt tarafı sahil yolu" diyerekten havalara girdik!
   Neyse, biz Pazar sabahı, Murat, Sinan, ben, bizim apartmanın önünde toplaşmaya karar verdik. Ama bekleriz Sinan gelmez. Bir arayalım ki, Bağdat Caddesi trafiğe kapatılmış, zavallım üst taraflardan kendine yol bulmaya çalışıyormuş. Yarım saat rötarla çıktık yola. Karşıya sorunsuz geçebildik ve sahile indik. Başladık sahil boyunca gitmeye. Gidiyoruz gidiyoruz, yol bitmek bilmiyor. İnci'yi arıyoruz, "Evet doğru yoldasınız" diyor, biz de devam ediyoruz gitmeye. Ancak bir türlü ulaşamıyoruz. Bu arada İstanbul'da yaşayan her vatandaş mı oraya kahvaltıya gider? Trafik felç. Ennihayetinde bir saat kadar gidip, bir yere sormaya karar veriyoruz. Peki adam ne dese beğenirsiniz? "Siz bir 30 km kadar ters gelmişsiniz, geri dönün!!!"
   Arada geçen konuşmaları, didişmeleri(!) es geçerek, sadede gelmek istiyorum :) Biz tam 2 saat rötarla kahvaltı yerine varabildik. Kızcağızı da 2 saat yalnız başına bekletmiş olduk. Oturduk ve menüde görebildiğimiz her çeşit kahvaltılığı sipariş ettik! Biraz karınlar doyunca, etrafa bakınmak aklımıza geldi! Önümüzde alabildiğine deniz manzarası. Gerçekten çok güzeldi. Şansımıza da bir gün önce sel götüren yağmur aralık vermiş, parlak güneş yüzünü göstermişti.
   Mekan Rumeli Hisarı'nın hemen yanında Lokma adında bir cafe. Çok kalabalıktı, o yüzden servis biraz yavaştı ama keyifli geçtiğini söyleyebilirim. Zaten kalktığımızda hava kararmıştı. Biraz yürüyüş yapalım dedik ve Sinan'ın aklına waffle yemek geldi. Biz yürüdük Bebek'e doğru. Aldık wafflelarımızı ve daha ilk dakikada, ben yarısını üzerime döktüm. Sağolsun Sinan abim üzerimi temizledi de, normal hayatımıza devam edebildik!
   Bu arada yalı dairelerini ve yatları da çok beğendik. Murat ve Sinan hemen birar tane almaya kalktılar! :) Neyse ki durdurabildim!!!
   Bir Pazar da böyle geçmiş oldu. (Hep Pazar aktivitelerinden bahsediyorum, gözümden kaçmadı :)

4 Kasım 2010 Perşembe

Yazmayalı Çok Olmuş:)

   Evet arkadaşlar, uzun zamanı yazmadan geçirmişiz. Eh, artık vaktidir, birşeyler karalamak lazım. Geçtiğimiz zaman zarfında neler oldu, komik olaylar yaşadık mı, bir bakalım.
  
   Öncelikle, olmayan domateslerimden bahsetmek isterim! Beceremedim!!! Çok mutsuzum çünkü pazarcılarla yüzgöz olmaya devam etmek durumundayım! O, "Sizin domatesinize kalmadık!" durumum, yersiz gururum ve artistliğim sönmüş vaziyette :) İşin kötü tarafı, bahçeye ektirdiğim 6 fidem de domates verdi fakat ben bir tanesini bile yiyemeden herkes kemirmiş. Millette de ne göz varmış arkadaş!
  
   İkinci konum ise, güzel memleketim Gelibolu. Çocukluğumdan beridir gitmeye bayıldığım, her sokağını koklayarak gezdiğim kasabam. Bu seferki gezi biraz mecburiydi. Ama çok güzeldi, her zamanki gibi. Bunda ne komiklik var diyenlere gelsin o zaman:
   Hiç köye veya kasabaya gideniniz var mıdır bilmem ama, durumu kısaca özetlemek gerekirse, köy yeri doğaldır. Nasıl doğaldır peki? Şöyle; herkes birbirini tanır, hatta birbirinin ailesini tanır, kim ne yapmış, dün ne olmuş bilir. Zaten bilmese de zorla bildirilir, zira "Belediye Anonsu" diye bir kavram vardır köylerde! Sabah saat 8 sularında "Günaydın" diyerek başlar ve gün içinde de yerli yersiz ne olduysa, köy eşrafında neler dönüyorsa, sık sık anonsu yapılır. Dolayısıyla, köyün her yerine yerleştirilen, hayli yüksek sesli kolonlar sayesinde, kulaklarınızı tıkasanız dahi duyarsınız! Gerçi bir süre sonra bu duruma alışıp, "Aaaa bak ne olmuş!" şeklinde nida atanlarımız da görülmüştür:)
   Neyse, doğaldır dedik ya, bu sefer gittiğimde, güzel Gelibolumun bir güzelliğine daha şahit oldum. Oldukça espritüel bir Batı toplumu olan Gelibolulular, yine yapmışlar yapacaklarını!
   Bu, bir ayakkabıcı dükkanının kapısında asılı duruyordu! Oradaki kadim gezme ve içme arkadaşım Bülent eniştemle yürürken, ben farkedemeden eniştem farketti. "Bak bak ne yazmış kapısına" diye gülerek bana gösterdi ve gerçekten çok eğlendim. Dükkan sahibine dedim ki, "Bunun fotoğrafını çekmem lazım!". Peki o bana ne dese beğenirsiniz? "Çek abla ve lütfen facebook'a da koy! Bıktım artık vallahi!" =) "Tamam" dedim adama ve ilk önce burada paylaşıyorum! (Yalan, önüme gelen herkese gösterdim!!!)

   İşte köy yeri böyle birşey. Eti, sütü, sebzesi, meyvesi, içkisi ve hatta içmesi heryerden daha güzel. En çok da ne mi güzel? Midye dolması. Her seferinde sokaklarda aradığımız, arabasıyla gezen ve karısının yaptığı midye dolmaları satan İlyas Usta, artık yeni yerinde hizmetimizde! Koşarak gittim ve 40 tane sipariş ettim. Dedim ki, İstanbul'a götüreceğim, çok önemli sipariş, unutma sakın. Son gün almaya gittim, aldım, İstanbul'a bir geldim ki, içinden 50 tane çıktı! Bana hediye etmiş:)

   Atatürk boşuna dememiş, köylü milletin efendisi diye. Çok efendiler ve bir o kadar da tok gözlüler. Sıcakkanlı ve misafirperverler. Eh, bu kadar övdüğüm yeter, bana artık gitmek düşer=)
Hayırlı günler =)...

28 Eylül 2010 Salı

Veli Efendi !

   Pazar günü yapılabilecek aktivitelerin en zevkli olanlarından birini, bu hafta biz yaptık! Veli Efendi' ye at yarışlarını izlemeye gittik =)
  
   Çok uzun zamandır gitmek istiyordum zaten, ama bir fırsatını yakalayamamıştık. Öğleden sonra arkadaşlarımızdan gelen bir telefonla, 15 dakika içinde hazırlanıp kapıya çıktık! Elimizde bir gazete, yolda kendimize atlar seçtik ve hayatımızda ilk defa altılı ganyan oynayalım dedik!

   Mekan 60 yıl önce nasıl yapıldıysa, şimdi de aynen öyle. Kendinizi adeta bir Türk filminde gibi hissediyorsunuz :) Bizim gittiğimiz gün, kuruluş yıldönümüydü. Dolayısıyla çok kalabalıktı. Locada yerimizi aldık, seçtiğimiz atlara paraları yatırdık ve soframızı donatıp, başladık yemeğe ve içmeye :)

   Atları izlemek ve o heyecanı yaşamak, gerçekten çok keyifli bir olaymış. Hele de seçtiğiniz atlar üstüste kazanıyorsa. Tabi başlasın hayaller! Para kazanınca, o parayla ne yapmak lazım :) Ancak sporun kısa sürmesi neticesinde, hayallerimiz de kısa sürmek zorunda kaldı.   3. ayakta yatınca, hayallerimize birden veda ettik :)

   Benim için güzel bir gündü. Hatta biraz da binebilseydim, çok daha güzel olurdu :) Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık. Yarış sonunda da Funda Arar konseri vardı. Konserlerden nefret eden ben bile (!) şarkılara eşlik ettim :) Sanırım çok geçmeden bir daha gideceğim!

25 Eylül 2010 Cumartesi

Bilgisayar Mühendisliği Tarihçem :)

Hatırlıyorum da ilk okul 4. sınıfa gidiyordum ve babam bana ilk bilgisayarım olan Escort 386 DX-40'ı almıştı. O zamanlar böyle Windows falan yoktu; bilgisayar açıldığı gibi dos 5.0'da karşına çıkardı. Eleman gelir 3-5 tane oyun yükler giderdi :) "c:\" da "lotus" yazardım "Lotus" denilen bence o zamanların en güzel yarış oyunu açılırdı, hem de iki kişilik oynanabiliyordu. Sonraları Pendik'te Berker abinin bilgisayarcısına gidip disket disket oyun alır onları bşlgşsayara yükleyip oynardım. İlk bilgisayarla tanışmam böyle olmuştu.


3 yıl sonra Pentium 133'üme kavuştum. 12x CD-Rom,32 GB Ram ve 3DFX kartı vardı. Bilgisayarı ilk aldığımızda çıkan sorunlardan dolayı devamlı olarak teknik servisten birileri geliyor ve bilgisayarın kasasını açıp birşeyler yapıyorlardı. Tabiki o zamanlar ne yaptıklarını anlamıyordum ama bu iş oldukça ilgimi çekmişti. Onlar gittikten sonra bende kasanın içini açıp, ne nereye nasıl takılmış deyip, parçaları söküp tekrar yerine takıyordum. Bilgisayarlar hakkında dergiler alıp birşeyler öğrenmeye çalışıyordum. Bir süre sonra oldukça fazla bilgi öğrendim ve bundan dolayı tabiki istekler arttı, çünkü okudukça teknolojinin ilerlediğini, yeni sistemlerin piyasaya çıktığını öğreniyordum.

Lise 1'e başlamadan önceki yaz babama ben bilgisayar almaya gidiyorum deyip soluğu Kadıköy'de almıştım. Fakat bir türlü aradığım sistemi bulamadım ve fiyatlar gerçekten gereksiz pahalıydı. Sonra "Yazıcıoğlu" diye bir hanın içine girdim. "Aman Allah'ım burası cennet" dedim :) Adamlar bilgisayar değil, bilgisayar parçaları satıyorlardı. Dükkan dükkan gezerek ordan bir parça burdan bir parça toplaya toplaya bilgisayar için gerekli herşeyi aldım. Unutmadan, ilk defa korsan yazılım olarak da Windows 98'imi aldım :)

Eve geldiğimde babam "hani bilgisayarın nerede?" dedi, ben de ellerimdeki poşetleri göstererek "işte burada" dedim. Neyse ben odama kapanıp yaklaşık 1 saat uğraştıktan sonra bilgisayarı bir araya getirdim. Düğmesine basıp açıldığını görünce havalara uçtum :) Sıra geldi bir sonraki aşamaya, ilk defa "Windows"u kuracaktım. Bu iş sandığımdan uzun sürdü çünkü iş Windows'u kurmakla bitmedi. Kutuların içinden birçok CD çıkmıştı. Sürücüleri yüklemem epey bir zamanı aldı. Sonuçta bu işide başarıp yeni aldığım oyunu bilgisayarıma kurup keyifle oynadığımı ve "vay bea nasıl yaptım ama" diye böbürlendiğimi çok iyi hatırlıyorum. İşte o zaman Bilgisayar Mühendisi olmaya karar verdim.


Üniversiteye başladığım da işin renginin farklı olduğunu gördüm. İlk dönemde tanıdık şeyler vardı, bilgisayar parçaları nasıl çalışır ne işe yarar falan filan. Ama ikinci dönemde derse girdiğimde hoca mavi bir ekranda birşeyler yazıyordu. "Bu ne lan" dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Hocamız bu ekranda hiç anlamadığım şeyler yazıp programı çalıştırdığında, iki tane sayı yazıp "Enter" tuşuna bastı ve bilgisayar iki sayının toplamını ekrana verdi. Zaman ilerledikçe bu işin yeni bir dil öğrenmeye benzediğini anladım. Üniversiteyi okurken birçok program yazmıştım, fakat birşeyler öğrendiğimden ya da tek başıma karar verip bir program yazabileceğimden hiç emin değildim. Üniversitede bize sadece "C" ve "Java" öğretmişlerdi. Bunlardan "C" zamanını doldurmuş bir yazılım diliydi. Mevzun olduktan sonra "tamam Bilgisayar Mühendisi oldum ama ben ne bok yicem!" diye düşünmeye başladım. Daha sonra gazetede bir ilanda gördüğüm ve "Bilge Adam Yazılım Kursu"na katılmaya karar verdim. Kursta zaman ilerledikçe üniversitede aslında birçok şey öğrendiğimi fakat farkında olmadığımı anladım. Neden diyecek olursanız; aslında bütün yazılım dillerinde herşey aynı mantıkta çalışıyor fakat sadece yazım şekilleri farklı.


Sonuçta Bilgisayar Mühendisliğinin öyle bilgisayar parçası toplayıp programlar yüklemek olmadığını gördüm. O zamanlar bu tarz şeylerle uğraşmayı seviyordum fakat şimdi yaptığım işi bunlardan daha da çok seviyorum. Çünkü yazdığım kod bloklarının yaptığı işi binlerce kişi kullanıyor ve bundan mutluluk duyuyorum.
İşte benim hikayem böyle. Sizlerle paylaşayım dedim. yaptığı işten mutlu olan şanslı insanlardan bir tanesi de benim.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Stressss !!!

Hmmm... Bakıyorum da yazma vakti gelmiş hatta geçiyor!
O zaman geçen hafta neler yaptık bir bakalım.

Okul. Okumaktan bıkanlar varsa eğer, benim yazımı okudukça sıkıntıya girebilirler diye düşünüyorum. Geçen haftamın tamamını okulda geçirdim. Sebebi, yüksek lisans mülakatları. Sanırım ömrümün 3 yılını kaybettim! İngilizce mülakat + sınav, insanı ziyadesiyle gerebiliyormuş, bir kez daha öğrendik =)

Paralı bir okuldan bahsediyorum bu arada. Zaten para veriyorum, peki neden bu kadar kasıyorum diye düşündüğüm sırada, 15 kişi girdiğimiz mülakattan 5 kişi sağ çıktık! Oldukça seçici davrandılar. Tabi bölümün de bu duruma katkısı büyük. Artık bilim adamı olma yolunda ikinci adımımı atmış bulunuyorum :)

Konu kaçtı. Asıl topik stres di değil mi? Hayatımda yaşadığım streslerden daha büyüğünü bu mülakatlarda yaşadım diyebilirim. Girmeden önce, tuvaletim geldi, midem bulandı, ağzım kurudu ve ellerim terledi! Hayatımın sonuymuşçasına bir tavır takındım :) Çıktığımda bütün sıkıntılarım bitmişti ama şimdi de korku dağları bürümüştü! Sonuç ne olacak korkusu.

Yani bu haftam ne kadar uzun zamanda geçti, zaman denen kavram ne şekilde göreceliymiş, stres altında bir insan nasıl davranıyormuş, tek tek yaşadım. Halbuki daha da sevimsiz bir durumdayım artık. Tekrar ders çalışma, tekrar sınavlar, projeler...

Gerçi ben ders çalışmayı seviyorum sanırım. İnek öğrenci diye tabir ettiğimiz bir kalıba, kimya mühendisliği sayesinde büründüm! Şimdiyse profesyonel öğrenci oldum, hayatım boyunca öğreneceğim :)

Bunların dışında beni oyalayan bir faktörüm oldu: Hafızası çok büyük bir i pod :) İçine dizilerimi yükledim ve günün her saati, her yerde dizi izleyebiliyorum! Bu nasıl bir teknolojidir yarabbim!!! Ve bir şey daha: Artık bilim ve teknik dergileri okuyorum =D

6 Eylül 2010 Pazartesi

Geri dönüş :(

Yaz tatili bitti, moraller bozuk. Bundan birkaç ay önce, Gülse Birsel'in son kitabını okumuştum. Bir bölümünde şöyle yazmıştı; "Bence insanlar 50 yaşlarına kadar emekliliklerini yaşayıp, 50 yaşından sonra çalışmalılar. Çünkü en güzel yaşlarımız olan 20-50 arası çalışıp didinerek ve hayattan hiçbir şey anlamayarak geçiyor, 50'den sonra emekli olunca ise yalnızlıktan ve sıkıntıdan şikayet ediyoruz." Ben bu fikri fazlasıyla benimsemiş bir vatandaş olarak, şansım olsa bugün Bodrum'a geri dönerim :)

Çok şahane, hem dinlendiğim hem de eğlendiğim bir tatil geçirdim. Zaman zaman da Bodrum'dan bildirdim siz arkadaşlarıma =) Ama son birkaç günü özet geçememiştim, malumunuz yoğunluk!

Anlatmadan geçemeyeceğim üç konu var. Birincisi Bodrum'lu arkadaşlara: Bodrum'a gittiniz, aynı zamanda iki işi bir arada yapayım, gelmişken saçımı kestireyim diyorsanız (!), doğru İbrahim'e. Hayatımda tanıyabileceğim en başarılı saç uzmanı. Zaten bir yığın da ödülü var. Ulaşmak isteyene, telefonu bende saklı! Buradan ona çok çok teşekkürlerimi iletmeyi borç bilirim =)

İkincisi, Tango Argentina. Dünyanın en şirin restoranlarından diyebilirim. Bodrum Marina'da, sokak ortasında bir Arjantin restoranı. Yemekleri çok güzel, servis kalitesi de bir harika. Ayrıca üç kişilik bir ekip, gecenin ilerleyen saatlerinde sahne alıyor ve çok keyifli bir müzik ziyafeti yaşatıyorlar. İki keman bir de gitar eşliğinde. Fiyatları ise İstanbul'a göre uygun denebilir. Kesinlikle denenmeli derim ben.



Üçüncüsü ise bir klasik: Penguen Pastanesi. The Best Balbademli Dondurma =) Köyümün Roma Dondurmacısı gibi aynı! Çok hoş bir lezzet, şöyle ki, yerken şekerden içiniz bayılmıyor, tam tersine daha da yiyesiniz geliyor! Zaten herkes bilir Penguen'i ama bir kez de ben ekleyeyim dedim. Yedim, iyi de geldi yani =)

Bir yaz daha böyle geçti. İstanbul'a ayak bastık, yağmurlu, karanlıkmı karanlık bir hava. Boğucu nem, bol stresli ve gürültülü trafik. Daha neler neler!!!

Yaşıma yaş kattıkça, güneye göç edesim de artmakta sanırım =) Umarım seneyeki yaz tatili çabuk gelir! Vay İstanbul vay...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Flamenko Ateşi

Eveeett, Bodrum'a ayak bastık. Hava, güneş, deniz, herşey çok güzel. Ve ilk gecemizde, eğlence hayatına giriş yaptık =)

Bodrum Kale'de, ünlü İspanyol topluluğun - Nuevo Ballet Espanol - muhteşem gösterisini izleme şansı bulduk. Bodrum, 8. Uluslararası Bale Festivali kapsamında, dünya devlerini ağırlıyor. Bu gösteri de, diğerleri gibi, çok özeldi. Tam bir buçuk saat boyunca dans eden dansçıları takdir etmek gerek.

İkinci gecemizde ise, evlilik yıldönümümüz münasebetiyle, Bodrum'un en güzel koylarından Gümüşlük'e gitmeye karar verdik. Bodrum'da en güzel balık nerede yenir diye soranlara cevabımız, Gümüşlük'tür. Muhteşem Ege mezeleri ve lezzetli balığın ardından, kumsalda çıplak ayak yürüyüş her ne kadar bizim romantiklik sınırlarımızı aşsa da, yine de çok zevkliydi =)

Önümüzdeki günlerde ise, Bodrum'daki restoranları denemeyi düşünüyoruz. Çünkü bu sene, gerçekten hoş restoranlar açılmış sahile. Farklı Dünya mutfaklarını denemeye bayılan biz için, çok zevkli olacağa benziyor =)

Not: Bu sene, Bodrum'a da milyonlarca Starbucks açılmış! Haydi hayırlısı =)

20 Ağustos 2010 Cuma

Aman Tanrııııımm!!! =)

Şu anda, Bodrum yolunda, yazımı yazmaktayım :) Mutlu gün nihayet kapımızı çaldı! Tam 3 aydır bu tatili sayıklıyoruz Murat'la. Ve sonunda yoldayız.
Son bir haftadır da, bu yazıyı yazmanın hayalini kuruyorum açıkçası. Sebebi ise tatile çıkıyor olmamı eşrafıma duyurmak değil. Sebebi başka :)

Biz tüm seyahatlerimizde, gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı, uçak tercih eden bir çiftiz. Ama bu sefer, uçak bileti almakta geç kaldığımız için, otobüsle seyahat etmek zorunda kaldık.
Yaşlı ben, sanırım en son otobüslerde sigara içilen, siyah-beyaz dönemde binmiştim otobüse! =) Çünkü Murat'la, iki görmemiş gibi saldırdık! Neden derseniz;

Otobüsler bir değişik olmuşlar son yıllarda! Bir kere, her koltuğun kafalığının arkasında TV var! Yerel kanalları gösterdiği gibi, 3 tane de film kanalı var! Ayrı bir kanalda da oyun var. Herkese birer kulaklık ve gamepad veriyorlar! İsterseniz bir kanalda da, giderken yolu izleyebiliyorsunuz!

Anlaşıldığı üzere, internet mevcut=) Ayrıca cep telefonları serbest! Artı, koltuk altlarında elektrik prizi var! Koltuklar deri ve çok rahatlar. Kafa koyma yerleri de, uyurken kafası düşenler için özel olarak tasarlanmış=)

İşte bu sebeplerden, Murat'la ikimiz, mal bulmuş gibi sevindik! Meğer uçaklar minibüslerden farksızmış=)

Ben artık burada yazıma son vereyim de, biraz dizi izleyeyim=) Bon voyage...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Erkeklerle Kadınlar Arasındaki Yerden Yükseklik Farkı!


Blogumuzun adı, Yüksek Topuklar ve Kol Düğmeleri. Peki niçin bu güne kadar yüksek topuklar hakkında yazı yazmadık?
İşte ben, bugün, bu toplumsal yaraya parmak basmak istedim! Neden mi?

Çok yüksek topuklu ayakkabılardan çılgınca hoşlanan ve alçak topuklu ayakkabılara, tabiri caizse, sümüğünü atmayan ben, bundan iki hafta önce, en sevdiğim çiftlerden birinden ilk kazığımı yedim!!!

Bol yokuşlu ve arnavut kaldırımlı Yeditepe yollarında, ayağımda bir karış civarında topuklu sandaletlerimle sallana sallana yürürken (o gün, o ayakkabıları, oraya giymeye karar verdiğimde, aklımın nereye kaçtığını gerçekten bilmiyorum:) birden ayağımı çok ciddi şekilde burkmamla, topuklu ayakkabılarımla arama kara kedi girdi!!!

Sabah saatleriydi ve benim orada akşama kadar işim vardı. Dolayısıyla ben, çoğunlukla ayakta durarak ve durumu çok fazla önemsemeyerek, günümü geçirdim. Sonraki 3 gün, ayak parmaklarım, meyhane dolması kıvamında, aşağıdan bana baktılar ama ben geçer, normaldir diye kendimi avuttum. Ta ki, bir 3 gün sonra ayakta duramayacak hale gelene kadar!
Neyse, aldım soluğu doktorda. Teşhis: ezilmekten ötürü oluşmuş kemik iltihabı!!!

Spor yok, fazla ayakta kalmak yok, cendere misali ayak korsesiyle dolaşmak var:)

Yukarıdaki ve aşağıdaki resimlerdeki ayakkabılar, ünlü bir modacının tasarımı. Hepimiz biraz abartı olduğunu düşünebiliriz, bu da oldukça normal zira gerçek hayatta bunlara rastlamak imkansız. Ancak kadın cinsinin geldiği durumu açıklamaya yetiyor :)
Erkekler bile, bir süredir aynı tartışmanın içinde. Kadınlar babet giymeli mi yoksa onları kadın yapan topuklu ayakkabılar mı? Tamamına yakını babetten hoşlanmıyorlar. Evet, bende hoşlanmıyorum. Boy ortalaması, global şartlarda, gerilerde duran Türk kadını, bence de babetlere kendisini fazla kaptırmış durumda.

Topuklu ayakkabının cazibesi ise malumunuz:) Ancak canım Türk erkekleri, çoğunluğu bakımsız, ne giyse kendine yakıştığını iddia eden akıllılar, acaba o topukların üzerinde saatlerce durmak nasıl bir şeydir, haberleri var mı? Hiç bir kez olsun, sadece empati amaçlı (!), o topukların üzerinde, 1 saat de olsa durmuşlar mı?

O zaman konuşmayın!!! Çünkü - genelleyerek - takım elbise giyersiniz, söylenirsiniz (yok kravat sıktı, yok pantolon darladı!), kot pantolon giyersiniz, dar geliyor dersiniz, bol belli alırsınız, bütün kadınlar sizin nahoş haşmetinizi görmeye maruz kalırlar!!! Yok efendim kösele ayakkabı vururmuş, kalın çorap sıcaklatırmış!

Peki naylon çorap giyeniniz var mı? Ağda konusuna ise hiç girmiyorum!!! :)

Yani gençler, oradan, oturduğunuz yerden, yok kadınlar babet giymesin, stiletto çok seksi duruyor gibi söylemler, biraz ayıp kaçmakta :)

Bu ne şiddet bu celal diyenlere de; İki haftadır uzun oturma pozisyonundayım, ancak bir arpa boyu yol katettim, hala canım yanıyor da ondan! :)

Yeniden Eski NFS

Eski dost tekrar aramıza katılıyor. Evet, Need For Speed Hot Pursuit Ekim ayında PC,XBOX ve PS3 için tekrar elden geçirilmiş, geliştirilmiş bir şekilde bizlerle tekrar buluşuyor.

Son senelerde EA, NFS serisini gerçekten de kendi çizgisinden çıkartarak büyük bir hata yapmış ve ben de dahil olmak üzere, birçok sevenini kendinden soğutmuş idi. EA böyle bir projeyi hayata geçirirek, son yıllarda alamadığı güzel bir karar almış bence. NFS serisinin özünde arcade ile simülasyon (arcade biraz daha ağırlıklı) tarzının harmanlanmış hali yatar. NFS 1'den başlayıp, NFS Carbon'a kadar uzanan bir dönemde bunu başarmış, serinin ününe ün katılmıştır. Carbon'dan sonra ise, nereden geldiği bilinmez, EA'i bir Grand Turismo özentiliği sarmış ve NFS serisinin yüz karası oyunlar yapmayı becermişlerdir. Her nasıl olduysa, "biz simülasyon işini Grand Turismo'ya bırakalım ve kendi işimize bakalım" demek akıllarına gelmiş.

Biraz oyundan bahsedelim. Adı üstünde "Hot Pursuit" yani Türkçesi "kaçan kovalanır arkadaşım :)" Oyunun özü şu aslında, yarışı kazan ve polislere yakalanma. Polis deyip de geçmeyin yalnız, oyunda polislerin altında bizim buradaki gibi Renault'lar yok, dikiz aynanızda Lamborghini ya da Bugatti Veyron görebilirsiniz. Hızlı polis arabalarının yanı sıra yol barikatları, yola atılan ve lastik patlatmaya yarayan zincirler, helikopter yardımı siz yarışırken başınızı belaya sokabilecek tehlikelerden birkaçı.

Eski "Hot Pursuit" serilerinden farklı olarak oyundaki en büyük yenilik multiplayer modu. Bu modda oynarken istediğiniz tarafı seçebiliryorsunuz. İster yarışın, ister yakalayın. Oyun aynı zamanda tek ekranda iki kişi ile de oynanabiliryor. Adrenalini yüksek yarışlar bizleri bekliyor...

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Erkek her yerde erkek!

Son bir haftadır, evimizde dişi kedi besliyoruz. İlk kez dişi kedi beslediğimizden, davranışlarını inceleme fırsatı da bulduk. Erkek kediden oldukça farklıymış, bunu anlamış vaziyetteyiz!

Dişi, her kalıpta dişi :) Cazgır, kendi isterse geliyor, istemezse gelmiyor. Özellikle erkeklere sevdiriyor kendini, kızlarla pek arası yok! Biraz dağınık, biraz cilveli. Keyfi istediğinde kucağımıza çıkıp oturuyor. Çok konuşuyor, hatta hiç susmuyor:) Eğer kızarsa tırmalıyor!
Cadde kızları gibi, salakça oyunlardan hoşlanmıyor. Saçları bozulmasın diye fazla koşturmuyor. Ve oldukça da ürkek!

Ama Lokuş, tam erkek. Efe efe dolanıp, arada konuşuyor. Fazla titiz, zamanlı yemek yiyor. Murat'la televizyon izliyor, bana gıdısını kaşıtıyor! Kucağa gelme huyu yok. Günümüzün esprili genç delikanlıları gibi, çılgınca oyunlar oynayıp, bizi eğlendiriyor:) Karizmatik, haşmetli, uzun boylu. Kızdığındaysa kodumu oturtuyor veya ısırıyor! Peki en çok ne zaman erkek?

Onu deliler gibi sıkıp mıncıklıyorum, hamur gibi yoğuruyorum. Ama bana ağzını açıp, tek mır etmiyor! Kız kedi İrma'ysa, en ufak mıncıklamada caarrrr!!! Erkek kedi, durumu sessizlikle karşılıyor ama kız kedi tırnaklarını çıkarıyor!

Yani kısacası; hayvan ya da insan, erkek her zaman erkek, dişiyse her zaman dişi :)

3 Ağustos 2010 Salı

İrma...

Dün arkadaşım Gökçe, kısa bir tatile çıkmaya karar verdi.

Bir dakika, öncelikle Gökçe ile aramızdaki akrabalığı anlatmam lazım :)
Bundan 8 sene evvel, Gökçe'nin kedisi doğum yapmaya karar verdi! Ve 5 tane, birbirinden güzel bebek doğurdu. Annemin evde hayvan istememesinden mütevellit, ben önce pek sesimi çıkaramadım. Bu arada biz Gökçe'yle Bodrum'da tatildeyiz, kedi İstanbul'da doğum yapıyor. Neyse, Gökçe telefonla bağlantı kurup, soruyor bebeklerin nasıl olduklarını. Bende inceden anneme ayar çekmeye çalışıyorum:) Annem de yok alamayız, bakamayız falan diyor.

Baktım olacak gibi değil, ben de ağlama methoduna başvurayım dedim:) Sınırsız ağladım! Annem en sonunda kabul etmek zorunda kaldı! Biz İstanbul'a döndük, bebekler bu esnada büyümekteler.
İki tanesini, arkadaşları almış. Bana dediler ki, "Biz diğer ikisini vermeyi düşünmüyoruz. Sana da bu sonuncusu kaldı." Bana herşey uyar tabi o anda. Çünkü benim için en çirkin kedi bile dünya güzelidir.

Ben aldım 3 aylık bebişimi, adını da LOKUM koydum. Çünkü gerçekten lokum gibiydi, süper tatlı, koca kafalı, küçücük vücutlu birşeydi:) Ve benimki erkekti.
Gökçeler de 2 dişiyi tuttular ellerinde. Birine Pamuk, diğerine İrma dediler. Daha sonraki zamanlarda Pamuk'u vermek zorunda kaldılar. Ellerinde bir İrma kaldı.

Gökçe dün tatile gitti. E Lokum da Bodrum'da. Biz dedik ki, biz İrma'ya bakarız bir haftalığına. Aldık kızı getirdik:)
Önce çok huzursuzlandı, heralde yapamayacak filan dedik ama baktık akşama doğru alışmaya başladı. Evdeki koca giysi dolabının arkasına sığındı, orada uyuyor!

Bu arada, tam kız kedi! Cadaloz, kendini Murat'a sevdiriyor, kızlaraysa caarrr!!! Murat işe gidiyor, bu tüm gün dolabın arkasında. Heralde Gökçe gelene kadar çıkmaz diye düşünüyoruz biz. Akşam Murat gelince çıkıp sevdirmeyi biliyor yalnız:)

Gece oldu, yatalım dedik. Bu aralar sıcaktan uyumak da çok zor olmaya başladı. Güç bela daldık uykuya. Gece gözümü bir açtım, 2 yeşil göz! Gelmiş, ikimizin arasına yerleşmiş, tırr da tırr:) Bana öpücükler vermeler, ayağını Murat'ın omzuna atmalar...

En nihayetinde alıştı kızımız bize. Annesi bunu okuyorsa, merak etmesin :) Allahtan Lokum'a kavuşmamıza az kaldı, yoksa Lokum gelene kadar vermeyi düşünmezdim İrma'yı!

Bu arada, resmini koymadım, zira telif hakkı vermem gerekebilir:)

29 Temmuz 2010 Perşembe

Karşı cins!

Herkes, kadın ve erkek hakkında herşeyi yazıyor. Ama ben bugün, farklı bir olaya değinmek istiyorum.

Neden film seçimi konusunda karşı cinsimle anlaşamıyorum acaba? Er kişi der ki, ille de aksiyon, ille de savaş filmi olsun! Bense romantik komedi ve dram konusunda tutturdummu tuttururum! Tartışmalar böyle başlar :)

Ben, tartışmaktan usanmış bir vatandaş olarak, son zamanlarda hayli kısa kesip, kendimi aksiyon ve savaş filmlerine vermiş vaziyetteyim açıkçası! Ama kotam doldu sanırım, çünkü daha fazla aksiyon kaldıramayacağımı anladım. Ve ne mi yaptım? Kendime yaklaşık 30 tane romantik komedi ve dram filmi aldım :) Hepsini, karşı cinsim olmadan izliyorum :) Çok gülüp, çok eğlenip, çok düşünüp, süper keyifli vakit geçiriyorum! Ooooohhhh :)

Dünya zaten çekilmesi zor bir hale geldi. Peki gencolar, neden kendinizi daha çok savaş, daha çok kasvetle, ölümle bilmemneyle sıkıyorsunuz? Eğlenmeyi bilelim arkadaşlar. Hadi ama!!!

Bugün izlediğim film: "Our Family Wedding." Hem ağladım hem güldüm diyebilirim :) Herkese tavsiye ederim bu filmi.

Aslında konusu çok klasik, daha önce belki bin defa işlenmiş bir konu. Ama oyuncular başarılı. Sahneler renkli ve zevkli. Sonu da oldukça komik.

Bu arada, bu yazım yanlış anlaşılabilir. Şöyle ki, ben sıkı bir bilim-kurgu ve aksiyon izleyicisiyimdir. Sadece herşeyi dozunda severim!!!
Aynı 30 romantik film gibi :)

27 Temmuz 2010 Salı

PS Eye Cam


Sezin bana evlilik yıldönümü hediyesi olarak, çok istediğim PlayStation için hazırlanmış EyePet oyununu aldı, yanlış hatırlamıyorsam Perşembe günü idi. Bu arada "Sendit" in hakkını yemeyelim, adamlar 4 günde göndermişler kargoyu! Neyse, akşam yemeğimizi yedikten sonra, geçtik hemen PS'in karşısına, açtık oyunumuzu.

Oyunun başında size zorunlu birkaç adım yaptırdıktan sonra, EyePet'iniz yumurtasından çıkıyor ve size ilk gülücüğünü atıyor. Hayvanı gerçekten de çok tatlı yapmışlar, şapşal bir havası var ama bir o kadar da sevimli :)
Şimdilik oyunda fazla ilerleyemediğimiz için, (oyuna ısınma aşamasındayız) fazla bir özelliği açamadık fakat hayvanımızı istediğiniz gibi giydirebilme, tüylerine şekil verebilme, yıkama, besleme ve bir kaç oyun ile vakit geçirebilme şansımız oldu. Oyunun konseptini gerçekten güzel hazırlamışlar. Hayvanınız uykuya daldığında sizinle beraber geçirdiği zamanların rüyasını görüyor ya da ona resim çizmeyi öğrettiğinizde bir bakıyorsunuz öğrendiği resimleri yere çizmeye başlamış :) 

PlayStation bu işe yeni yeni girdiği için, pek başarılı olduğunu söyleyemem aslında. Bazı durumlarda elinizi algılamada zorluk çekiyor ve istediğinizi yaptıramıyorsunuz, bu da sizi sinir edip oyundan soğumanıza neden olabiliyor. Hele oyunun başındaki yumurtayı elimizde yuvarlama kısmı, deli etmişti bizi.

Bu tarz oyunlarda şu an için Wii daha başarılı gibi gözükse de, Eylül ayında çıkması beklenen PlayStation Move, izlediğim videolara göre bayağı bir iddalı geliyor gibi duruyor...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Okul

Özlemişim :)

Uzun bir aradan sonra tekrar okula gidince, insan ne kadar özlediğini anlıyor. Ne tasasız günlermiş meğer, ekmek elden su gölden! Ama o zaman biz öğrencilere sorsalar, hayat ne kadar zor, ne sıkıcı, dersler, sınavlar... sayar da sayardık :)

İnsanoğlunun çözülemez sırrı; her zaman geçmişte yaşadıklarımıza kolay ve gülünç deriz. Ama o anda herşey çok zorlu gelir bize. Neden acaba? Zamanın, herşeyin ilacı olma muhabbeti mi desem?

İlkokulda, okula gitmek zordu, okuma yazmayı çözmek zordu. Ortaokula girmek zordu. Ortaokulda dersler zordu, keza lisede de. Lisede işin içine bir de üniversite sınavı girdi, hayat hepten zorlaştı! "Ah bir kapağı atsak şu üniversiteye" dedik. Attık da. Sonra ne oldu? "Bir bitirebilsek" dedik. Bitirdik, iş bulma çilesi.

Şu an ev geçindirme derdiyle baş etmemizden mütevellit, üniversite hayatı birden gözüme çok cazip görünmeye başladı :) Ama bir gerçek var ki, çok eğleniyorduk arkadaşlarımızla. Çok güzel günlerdi. Geri dönme fırsatınız olsa döner miydiniz?

Ben dönerdim :)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Dubai'de yaşamak ister miyiz?

Burada daha önce Dubai'den bahseden oldu mu hiç acaba? O zaman ben bahsedeyim.

Mart sonunda, tatil amaçlı, Dubai'ye gidelim dedik. Orada hava yaklaşık 35 dereceydi. Yani denize girilebilecek bir havaydı. Tahmin edersiniz ki, Murat'ın asıl amacı elektronik alış-verişi, benimse denize girmekti. Neyse biz yerleştik otelimize. Doğruca kendimizi alış-veriş merkezine attık.
Orada genellikle taksi kullanılıyor. Biz de bindik taksiye, gittik en yakın mall'a.

Bir kere, hava ne kadar sıcak olursa olsun, alış-veriş merkezlerinin içi harika! Klimalar son sürat çalışıyor, dolayısıyla siz sokağa çıkmadığınız sürece sıcağı hissetmiyorsunuz. Ve en ufak alış-veriş merkezi bile, bizdeki en büyüklerden daha büyük diyebilirim. Elektronik fiyatlarıysa, hiç söylendiği gibi ucuz değil, hatta birçok üründe kazıklandığımızı anladık İstanbul'a döndükten sonra!!!

Alış-veriş merkezlerinin içinde, yanınızdaki kocanız bile olsa, öpüşmek, sarılmak, taşkınlık yasak! Ciddi de yaptırımları var :)

O, heryerde gördüğümüz yapılar ise, söylendiği kadar muhteşem. Parayla yapılabilecek ne varsa şu dünyada, adamlar yapmış! Daha da ötesi başka yerde yok. Hem de tam manasıyla!
Bunun dışında anlatılabilecek enteresan ne var?
En ilgi çekici olay, bana göre şehir metrosuydu. Vatman olmadan çalışan tamamen elektronik metro. Kim nerede inecekse, bilet alırken görevli soruyor. Ve örneğin C durağında kimse inmeyecekse, metro durmuyor.
Bunun yanısıra, metro durakları kapalı ve içeride delicesine klima çalışıyor. Ancak su bile içmek yasak!
Hatta biz bilmeden su içerken, kara çarşaflı, yoğun makyajlı ve yüksek topuklu ayakkabılı bir Arap hatun - sonradan metronun sorumlusu olduğunu anladığımız - bizi oldukça sert bir dille uyarıp, bir de tehdit etti :)

Metro yerden baya yüksekte gidiyor. Böylece siz tümşehri görebiliyorsunuz. Bu da hoş bir ayrıntı.

3. gün, denize gitmeye karar verdik. Tesis güzeldi fakat memleketimi aramadım değil :) Deniz temiz ama hiçbir zaman Bodrum'un yerini tutamaz bana göre.

Gelelim yemeklere. Bildiğimiz, tüm dünyada aynı hizmeti veren Pizza Hut bile mi bu kadar kötü olur? Yemekler korkunçtu. Marketten poşet çay aldık, herkesin bildiği Lipton, o bile kötüydü! Allah'tan gümrük diye bir hadise var, aldığımız içkiler baya işe yaradı :)

Ve anlatabileceğim son ilginçlik; Uçak kalkmadan önce, uçağın içindeki hoparlörlerden önce dua okunuyor. Ondan sonra kaptan pilotunuz konuşuyor! Bu tüm arap havayollarında böyleymiş, sonradan öğrendik :)

Bir tek, hava bukadar sıcak olduğu günlerde, oradaki yaygın klima olayı beni cezbediyor açıkçası. Çünkü bu günlerde sokağa çıkmak zorunda olup, bir de yürümek zorunda kalan varsa beni çok iyi anlıyordur sanırım, sıcaktan kavruluyoruz resmen :) Etlerimin ızgarada kızardığını hissediyorum!
Bunun dışında çok da bir numarası yok Dubai'nin. Zaten Arap da göremedik. Zira hiçbiri çalışmıyormuş. Sokakta da dolaşmazlarmış. Sadece toprağına kadar mülk kiralayıp, paralarını yemeyi biliyorlarmış :)

Oooohh, tatlı hayat! :)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Yine çok hoş bir alıntı...

CHE GUEVARA 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde, sırt çantasından“Atatürk’ün Büyük NUTKU’nun” çıktığını;


FİDEL CASTRO'nun 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den, ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla  "Atatürk'ün Büyük NUTUK Kitabını" istediğini, Ve "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini;

1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen MAO'nun ilk sözlerinin  "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm" olduğunu;

Yunan başkomutanı TRİKOPİS`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan, her Cumhuriyet Bayramı'nda Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu;

1938'de, General MC ARTHUR'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye  "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini;

1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde,
"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse, başına Mustafa Kemal gibi lider getirir." denildiğini,

BİLİYOR MUYDUNUZ?

15 Temmuz 2010 Perşembe

İstanbul gecelerinin perde arkası!

Yaz geceleri demişken, sıcaklar da fena bastırdı! Benim de tuhaf fantezilerim aldı başını gidiyor!
Mesela bu aralar en çok üzerinde durduğum, küçük odaya havuz yaptırmak :) Ne bileyim şöyle 3*3 m boyutlarında, kenarları geniş (üzerine içtiğim kokteyli koyabileceğim) mütevazı bir havuz!

Akşamları yatmadan önce, mümkünse suyunu 10 dereceye düşürüp, sonrada donarak uykuya dalabilirim örneğin. Hiç değilse rüyamda cehennem ateşinde yandığımı görmeden, huzurla uyuyabilirim!

Ya da daha az masraflı bir fantezi: Yatağım kendinden soğutmalı olsa. Hani şu araba koltukları var ya, ısıtmalı. Hah! İşte aynı onun gibi soğutmalı olabilir.

Kışın sıcacık yatağa gömülüp, kitap okuma hayalleri kurduğumuz yatak odalarımız, yazın bizi dışarı tüküren birer ejderha olabilir mi?

Yaza devam, kavrulmaya devam. Canım İstanbul !!!

İstanbul geceleri...


Bundan 2-3 sene evvel, İstanbul'un gecelerine aşıktım. Gündüzleri yapmam gereken işlerimi yapar, adeta gece yaşamaya başlardım. Çok az uyur, çokça gezerdim. En sevdiğimse, arabayla biryerlere gitmekti.

Bu yaşadığımız şehirle alakalı olabilir mi acaba? İstanbul, Dünya'da eşine az rastlanır güzellikte bir şehir bana göre. Yaşanmaya değer bir şehir. Ama geceleri başka bir huzurlu olmuyor mu sizcede?

Sinemaya gitmekten tutun, arkadaşlarımla kahve içip sohbet etmeye kadar aktif olabiliyordum gece yarısı. Sabahlara kadar uyumayıp, gezip dolaştığım oluyordu.
Şimdi mi? Şimdiyse geceleri genellikle rüyalarda buluşuyoruz :) Ama yine de mevsim yaz, enerjilerimiz kışa göre daha bir fazla. Özellikle sıcağın ve güneşin çekildiği akşam vakitlerinde.

Çok yaşlı sayılmasam da, eskiye göre yaşlandım sanırım çünkü o günleri özler oldum!!! (Yaşlanmanın ilk ve en sinsi belirtisi :) Hayatta kayda değer bir sıkıntı olmadan herşeye gülebilmek güzeldi. Şimdi daha ağır takılıyoruz, tabiri caizse! Muhabbet konularımız bile değişiyor yavaş yavaş.
Okullar bitti, herkes ayrı taraflara dağıldı. Artık eskisi gibi, tüm arkadaşlarımızla birarada olamıyoruz. Biraraya geldiğimizde de, daha tadına doyamadan zaman tükeniyor.

Olsun, yinede İstanbul'dayız. Bu şehir bizim. Sevdiklerimizle beraber hayatı yaşamaya bakalım, sabahlar olmasın! :)

12 Temmuz 2010 Pazartesi

hediyesecmece.com :)

Ben yine fikir üretmeye devam ediyorum! Zaten bu fikirlerin hepsini kendim uygulamaya kalksam, çok geniş meslek sahasına istihdam sağlarım diye düşünmekteyim açıkçası :)

Fikir şu: Sevgilisine, arkadaşına, eşine, akrabasına hediye almak isteyen ama aynı zamanda çok özel ve özgün olmasını isteyen insanlar için -atılgan ve girişimci arkadaşlarıma sesleniyorum!- hediyesecmece.com diye bir internet sitesi kurun! Bu isim alınmamış, benden size armağan olsun. Siteyi kurun ve sonra bana, bu kayıt altında mesaj yollayın ki faydalanalım.

Bu da nereden çıktı diyenlere; özel günlerimiz oluyor. Biz kız kısmısı, erkeklere gömlek, kravat almaktan bıktık değil mi? Gerçi ben sevgilimin bitmek bilmeyen istekleri sayesinde, hediye almakta hiç zorluk çekmiyorum. Kız tarafı olarak da, sonsuz pırlantaya her zaman açığım ;) Ancak zorlanan arkadaşlarım var, biliyorum.
İşte tam da bu yüzden, böyle bir internet sitesine ve cin fikirlere ihtiyacımız var. Emsalleri mevcut ama tümü bilindik numaralar. Yok fotoğrafınızdan puzzle yaptırmalar, yok bardaklara isim yazmalar...
Bunlar eskidi gençler, bizim yeni fikirlere ihtiyacımız var!

Ederini karşı tarafın gözüne sokmadan, onu düşündüğümüzü belli edecek hoş jestler. Ne dersiniz? Biriniz yapar mı? Ben beklemedeyim haberiniz olsun :)

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Nikah salonunda çekilen fotoğraflar!!!

Dedim ya, az önce nikahtan döndük diye. Hepimiz biliriz, gelin ve damatla fotoğraf çekilir, hemen akabinde fotoğrafı alabiliriz. Yani bir nevi şipşak.

Şimdi benden size ilginç bir araştırma sonucu: Kadıköy Evlendirme Dairesi ve Maltepe Kültür Merkezi'nde fotoğraflar 10 lira. Kartal Bülent Ecevit Kültür Merkezi'nde 8 lira. Bugünkü nikah Pendik'teydi. Pendik'te ise 5 lira!!!

Kıssadan hisse: Eğer o dandik fotoğraflara - zira iğrenç çıkıyorlar! - çok para vermek istemiyorsanız, saydığım yerlerdeki nikahlara gitmeyin. Çünkü tahminimce Gebze Evlendirme Dairesi diye bir yer varsa eğer, ya da Tuzla, oralarda fotoğraflar bedava olmalı!!!

Karar sizin :)

Ve kuş yuvadan uçar...

Şimdi Murat'la bir akrabanın nikahından geldik. Bir çift daha, o zorlu yola koyuldu. Bu zamana kadar hep düğünden, alış-verişten bahsettik ama işin bir de perde arkası var. Ben henüz yeni evli sayıldığımdan, hala daha o durumu atlatabilmiş değilim. Durumsa; kuşun yuvadan uçması meselesi.

Dün akşam çok sevgili arkadaşım Gökçe ile sohbet ederken birşey söyledi: Hepimiz önce annemiz, babamız ve kardeşlerimizle bir aileyiz ama evlendikten sonra başka bir aile kuruyoruz, ailemiz değişiyor. Herkes ister istemez, az da olsa kopuyor. Bu evlilik meselesinin en hüzünlü, belki de tek hüzünlü boyutu.

Bu yazıyı yazmaya karar verdim çünkü facebook'ta Andrea Bocelli' nin bir konser kaydını izledim. Bilmiyorum bilirmisiniz bu adamı. Bu İtalyan beyefendi, dünyanın en ünlü tenorlarından. Kendisi kör. Ve işinde inanılmaz başarılı. En önemli parçalarından biri "Melodrama". Benim babamın en sevdiği parça.

Bu konser kaydını izlerken içim burkuldu, hüzünlendim birden. Çünkü artık hayatlarımız değişti. Hiçbir zaman babamın küçük kızı olamayacağım artık. Kendi ailem var, her an genişlemeyi bekleyen! :) Ama eskiye dönüş yok maalesef.

İşte evlenmenin bir de böyle bir tarafı var. Ben kendim evlenirken ağlamadım ama kendimi tutmak için gösterdiğim çaba Oscar ödülüne layıktı doğrusu!
Bütün kuşlar bir gün yuvadan uçuyor. Umarım her kuşun uçtuğu yuva da, çıktığı kadar güzel olsun...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Mektup yazmak...

Şimdi bir arkadaşıma e-posta (!) atıyordum ve aklıma mektup yazmak geldi. Dünkü yazımda da söylemiştim, eskide kalanları özlüyoruz diye. İşte şimdi, mektup yazmayı özlediğimi anladım :)

Eskiden, bilgisayarlar yokken (yaşlandık mı ne?), telefon vardı ve mektup vardı. Benim akrabalarımın çoğu, bilenler bilir, Gelibolu'da yaşarlar. Dolayısıyla ben, kuzenlerimle ancak telefon vasıtasıyla haberleşebiliyordum.
Ancak hepimiz birer çalçene olduğumuzdan, telefon faturaları bir süre sonra gereğinden fazla kabarmaya başladı. Ama gelin görün ki, birbirimize anlatacaklarımız bitmek bilmiyordu!

Sonra bir gün, en sevdiğim kuzenim Çağlar ve ben, birbirimize mektup yazmaya karar verdik. İlk mektubu o yolladı. Sayfalar dolusu! :) Sonra ben. Sonra cevaben o.
Derken biz yaklaşık 2 sene boyunca mektuplaştık. Hayatımda okuduğum ve yazdığım en keyifli ve en komik mektuplardı! Hem istediğimiz herşeyi yazabiliyorduk, hem de haberleşmek için en ucuz yolu bulmuştuk, PTT saolsun!

Sonra biz büyüdük ve faks denen olayı keşfettik! Uzunca bir süre de faksla haberleştik. O daha keyifliydi tahmin edersiniz. Çünkü mektup beklemek çok zevklidir ama bunda hem bekliyorduk, hem de az zaman bekliyorduk.

Sonra biz artık iyicene büyüdük, ve bilgisayarlar hayatımıza girdi. Mektup ve faks devri de böylelikle kapanmış oldu. Ama çok akıllı bir insanım ki, o mektupları hala saklıyorum. Arada da açıp okuyorum ve çok gülüyorum :)

Siz de benim gibi özlediniz mi mektup yazmayı? Şimdi artık e-posta var. Yerini dolduramaz ama idare ettirmeye çalışıyoruz :) Bu yazım, canım Çağlar'ıma olsun. Anılar anılar...

Not: Bundan bir 10 sene sonraki halimi varın siz düşünün :) Yaşlılığımı ise bence hiç düşünmeyin !!!

6 Temmuz 2010 Salı

Galata, Taksim ve Tramvay...

Geçen hafta çok yakın bir arkadaşımla, daha önce çok fazla gezme fırsatı bulamadığım Galata'ya gittim. Ve neler kaçırdığımı gördüm.
   Her ne kadar yağışlı bir hava olsa da, hatta biz şemsiyelerimiz olmadan çıplak ayakla dolaşıyor olsak da, çok hoş bir gün yaşadık.

  Hep Taksim'e, İstiklal Caddesi'ne gideriz de, aklımıza Cihangir taraflarını dolaşmak gelmez. Asıl tarihin, o sokaklarda yaşadığını söylemeden geçemeyeceğim.

Seyahatimiz (!) öncelikle nostaljik tramvay ile başladı. (Bin yıldır gittiğim Taksim'in arka taraflarında kaybolduğumu saymazsak tabii! Gerçi HaberTürk'ün binasıyla tanıştım!)

Küçükken binip binmediğimi hatırlayamasam da, kendimi ilk kez binmiş gibi hissettim. Hafta içi erken bir saat olmasından ötürü, tramvay neredeyse boştu. Çok keyifliydi, gülümsemekten ağzımı toparlayamadım, birazcık da köyden indim şehire havası yarattım :)

Daha sonra Tünel Durağı'nda indik. Aşkımın müzikal enstrümanlara düşkünlüğü sebebiyle, daha evvel çokça oralarda bulunmuştum! Pek yabancısı sayılmam yani!
Galata Kulesi'ne doğru yürümeye başladık. Olmazsa olmaz yağmurumuz da, müthiş gök gürültüleriyle başladı!

Yayan olduğunuzda herşeyi daha farklı görüyorsunuz. Arabayla giderkenki gibi olmuyor. Dolayısıyla biz de, muhteşem tarihi eser binaları ve eski sokakları görme fırsatını yakalamış bulunduk.
Tahmin edemeyeceğiniz kadar çok butik var. Artık insanlar mağazalardan alış-veriş yapmayı bırakmaya başlamışlar sanırım, çünkü benden başka herkes bu butiklerden haberdarmış!

İkinci el satan butikler, tasarımcıların butikleri, çokça enteresan, aklınıza gelmeyecek eşyalar üretenler... İçeriler cıvıl cıvıl. Bazıları gerçekten tasarımcılar ve tasarımdan anlıyorlar. Bazılarıysa ebeveynlerinin onlara sundukları iş imkanı sayesinde mağaza içinde dolanan yeni yetmeler.
Dükkanlar avuç içi kadar, bizim görmeye alışkın olduğumuz, örneğin bir Dolce&Gabbana gibi ferah değil. Ama insana kendi köyünü hatırlatan bir havaları var!

Ayaklarımızın yürümekten su toplaması sonucu, saatler sonra küçük seyahatimiz tabiiki Balık Pazarı'nda son buldu. Senelerdir Murat ve ben, Taksim'e gidip de bir tek şeyi yapmadan dönemeyiz: Kokoreç, bira, midye :)
Bu sefer muhteşem üçlüydük ve harika bir akşam yemeğinden sonra evlerimizin yolunu tuttuk.

Hiç değişmeyen şeyler de kimi zaman güzel olabiliyor. Mesela Taksim, Çiçek Pasajı, Balık Pazarı gibi. Ömrümüzün sonuna kadar yaşamak isteriz. Özellikle de nostaljik tramvayı :)

Grand Turismo 5

Grand Turismo serisini oyun oynayan herkes, oynamayan da çoğu kişide bilir. Aslında Grand Turismo’ya oyun demek birazcık garip oluyor çünkü bu yapımlar gerçekten simülasyon çizgisine biraz daha yakın. Grand Turismo 5’in yapımı yaklaşık 4 yıldır sürmekte ve hala devam etmekte, fakat oyunun 2 Kasım 2010’da satışa çıkacağı resmi olarak duyuruldu.

Serinin 5. oyununda ilk defa hasar modellemesi kullanılacağı ve gerçeğe çok yakın olacağı söylenmekte. Gerçeğe yakın derken, hızınıza ve vuruş açınıza göre hasar modellemeleri kullanılacak ve hasarın sadece aracın dışında değil, aynı zamanda içinde de olacağıdır.

Oyunda yarışabileceğimiz 20 pist ve 950-1000 adet farklı otomobil bulunmakta. Lamborghini ve Bugatti’yi ilk defa bir Grand Turismo oyununda göreceğiz. Grand Turismo 5’te bir diğer yenilik ise oyunda tek bir yarış düzeni bulunmaması. İçerik olarak Ralli, Nascar ve Lemans yarışları da oyuna dahil edilmiş.

Grand Turismo 5, tam anlamıyla PS3’ü ve PS ekipmanlarını tamamen kullanabilecek şekilde geliştirilmiş. Şöyle ki, eğer bir PS Eye’ınız varsa (PS kamerası) oyunda face-movement özelliğini kullanabilirsiniz. Bu ne diye soracak olursanız; kafanızı sağa, sola ya da arkaya çevirdiğinizde, aracı kullanırken sağınızı, solunuzu ya da arkanızı bu hareketler ile görebileceksiniz demek. Bir başka özellik ise PSP ile gelmekte. Oyunu oynarken PSP ile PS3’ünüzü eşleştirirseniz, PSP ekranını, dikiz aynasını, kadranı ya da pistin haritasını görüntülemek için kullanabilirsiniz.

Polyphony Digital’ın yaptığı açıklamaya göre, oyunun 3D destekli olacağı ve PS Move ile aracı kontrol edebileceğiniz yönünde de bilgiler gelmekte. Bundan sonra bize kalan, oturup oyunu beklemek olacaktır. Görüşmek üzere...











25 Haziran 2010 Cuma

Keşke Bitmeseydi !!!

Evet, kızların bayıldığı, erkeklerinse bayılırken nefret etme numarası yaptığı (!) Aşk-ı Memnu bitti. Bence bitmeseydi iyiydi de, hadi neyse.

Görsel açıdan insanların göz zevkini okşayan bir diziydi bana göre. Ama çok sevgili erkeklerimiz, işin ahlaksızlık boyutuna o kadar kafayı takmışlar ki, bunun sadece bir dizi olduğunu, izlenip unutulup geçileceğini, bazen göz ardı ediyorlar.

Yalnız çok süper bir tezim var: Bu dizilerdeki oynayan erkekler, kadınlara çiçekler, pahalı mücevherler aldıklarında, bu "SADECE BİR DİZİ" oluyor ve gerçek hayatta bunlar olmuyor! Ancak iş, kadının erkeği aldatmasına gelince, bu toplumsal bir ahlaksızlığa dönüşüyor nedense :)
Biraz taraflı bir bakış açısı değil mi sizcede?

Gerçi şu konuda Murat'a katılmadan edemeyeceğim; bir kere herşey taklit veya yeni moda olarak eserlerden alıntı. Bizim senaristlerimiz daha iyisini yapamıyorlar mı acaba?

Bizim insanımız şu anda dizi furyasının içinde hapsolmuş vaziyette. Bir gün umarım herkes, bunların sadece birer dizi olduklarını, dizideki karakterlerden biri öldüğünde, cenaze namazı kılınmaması gerektiğini ve her ünlü gördükleri yerde ellerine kağıt sıkıştırıp dizideki gerçekleri anlatmanın anlamsız olduğunu anlayacaktır.

Neticede Beren güzel, Ahu güzel, Kıvanç yakışıklı, Selçuk karizmatik. Kıyafetler, arabalar, evler göz alıcı. Yeterli değil mi?
Bitmeseydi iyiydi de...

24 Haziran 2010 Perşembe

Sonunda Bitti

Beklenen gün geldi hanımların aşık olduğu, benim nefret ettiğim ahlaksız sapık supuk dizi sonunda bitiyor. Dizide izlenen ahlaksızlık, çoğu insanın hoşlanmadığı insanlara kötü örnek oluyor dediği birçok diziden ve filmden aslında daha zararlı. Yok çok şiddet var, Türk aile yapısına uygunsuz yayınlar falan filan diye birçok kanallara ceza yağarken, bu dizinin yayınlanmasına herhangi bir tepki konmaması ilginç doğrusu.
Aslında Türk dizilerinin çoğu bir işe yaramaz. Neden mi? Bazıları yurt dışında yayınlanan dizilerin çakması, diğerleri ise yok bilmem kimin ölümsüz eserinden. Hiçbir yaratıcılık,hiçbir kendine özgülük yok dizilerde. Aslında bizim insanımıza bu tür yapımlar müstahaktır. Aşk-ı Memnu'nun konusunun bir kitaptan alıntı olduğunu bilmeyen, hatta ve hatta "aaa Aşk-ı Memnu'nun kitabı da çıkmış" diyen bir toplumdan ne beklenebilir ki.
Bakın konu nereden nereye geldi. Aslında her işte böyle değilmiyiz; her işimizde, çoğu zaman başkaları nasıl yapmış bizde öyle yapalım denmekte. Hiçbir zaman biz bunun daha iyisini nasıl yaparız diye düşünmüyoruz. Türkiye'de yapılan ilk araba "Devrim"in de bu şekilde yapıldığını biliyormusunuz. Biz bu arabayı nasıl yaparız derken çalışanlardan birinin arabasını sökerek bak adamlar böyle yapmış bizde böyle yapalım denmiştir.
Evet yazımıza ne ile başladık, ne ile bitiriyoruz. Böyle ufak şeylerden bütün toplumun yapısını çıkartmak mümkündür. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Ada Sahillerinde Bekleme, Sonbahar'a Kadar Yokum...

Sizlerden gelen yoğun istek üzerine (!), Büyük Ada seyahatimizi yazıyorum. Bu başlığın sebebi nedir diyenlere: Sabredin, okuyacaksınız.

Evet efendim, geçen cumartesi sabahı, ben ve bir grup aksiyona muhtaç arkadaşım, adaya gitmeye karar verdik. Hesapta bisiklete binip çok eğlenecektik! Aslında eğlence kısmını başardıkta!

Neyse biz sabah saat 10.15 vapuruyla geçmeyi planladık adaya. Murat, ben ve çok sevgili kardeşim Gökçe, çok dakikizdir. Tam 10'da buluştuk iskelede. Ama diğer arkadaşları bekleriz gelmezler! Saat 10'u 14 geçe, saolsun bir tanesi düştü iskeleye! Neticede biz vapuru kaçırmış bulunduk. Baktık bir dahaki vapur 12.30'da. Biz de ne yapalım, bari motorla geçelim dedik.

Motora daha yarım saat varken iskelede ne yapılır? Tabiki çay içilir. Girdik bir yere, birer çay söyledik, 20 dakika geçti. Artık kalkalım bari dedik, bu vapur da kaçmasın. Koştura koştura iskeleye gittik. Aldık biletlerimizi. Tam binecekken Mustafa kaybolmasın mı! Kalkmasına kalmış 2 dakika, biz heryerde Mustafa arıyoruz. Bu arada zaten Mert henüz gelmemiş, yetişip yetişmeyeceği belli değil. Biz bari dedik binelim, Mustafa belki binmiştir biz görmeden, Mert de bir sonrakine yetişir. Tam hareket ederken neyse ki ikisi de yetişebildiler de, başladık yolculuğa...

Motorlar mantıklı vasıtalar. Vapur 1 saat sürerken, motor yarım saatte götürüyor.
Biz indik motordan, nasıl kalabalık. İpini koparan gelmiş :) Koşa koşa kiralık bisiklet aramaya giriştik. Gerçi her yer bisikletçi dolu da neyse!
İlk bisikletçi bizi kazıklamaya kalktı. Benim canhıraş çemkirmem sonucu, diğerine gidelim dedik. Diğeri bize ilkinin verdiği fiyatın 3'te 1'ini verince, bir anda hepimizin birer bisikleti oldu :)

Bu arada bir arkadaşımız (bulun bakalım hangisi :) bisiklete binmeyi bilmiyor! Ama ona da aldık birtane, en kötü aksesuar olarak kullansın diye! Ama arkadaşımızla 100 metre ilerleyemiyoruz! En sonunda ben, Murat, Mustafa, Mert dörtlüsü, önden gidelim, çevreyi kolaçan edelim, diğer iki arkadaş arkadan gelir dedik.

Heryer fayton kaynıyor. İnsanlara çarpıp yaralayanından tutun, birbirlerini sollayanına kadar. Biz sorduk soruşturduk, küçük ada turu yapalım dedik. Sonra da yemek yeriz.

O ada yokuşları neymiş öyle? Yanında 600 derece sıcaklık, üzerine de sayısız böcek, at boku ve kanatlı hayvan!!!
Yaklaşık 1 buçuk saatte, analarımızdan emdiğimiz sütler burunlarımızdan geldi. Murat'la ben zaten hantallıktan ölmüşüz, üçer kilo ter bıraktık yollarda.

Bir süre sonra, artık dönelim dedik, zira karınlar acıktı. İndik aşağıya, iskele tarafına. Diğer arkadaşlarımızla da buluştuk, bulduğumuz ilk yere oturduk. Oturduktan sonra farkettik ki, herkes pancar turşusu gibi kızarmış! Ama sorun nasıl kızarmak; Üzerimizdeki bluzların deseninde :)
Yorgunluktan bitmişiz, herkes çok acıkmış, önümüze gelen her yemeği söyledik ve büyük bir iştahla yedik. Ve bunun çok doğal bir sonucu olarak da sandalyelerimizde uyumalara kalktık! Zaten emin olun ki hepimiz için daha rahat bir pozisyon varsa, o da uzun oturmaktı çünkü bininci el bisikletlerimizin seleleri sayesinde o gün ve takibi 2 gün oturur pozisyona geçemedik!!!

En sonunda dedik ki bu böyle olmaz, biz gidip sahil kenarında birer çay içelim. İşte o ayağa kalktığımız saniyede adanın isminin neden BÜYÜK olduğunu anladık :)
Zor bela attık kendimizi sahil kesimine. Başta bizle küçük tura gelmeyen arkadaşlarımız Gökçe ve Bahadır, hala yaşlarının çok küçük olmasından mütevellit, daha da çok bisiklete binmeye karar verdiler.

Biz söyledik çayları, içiyoruz bir yandan da sohbet ediyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra Gökçe ve Bahadır geldi. Bu arada en son 15 yaşımda bisiklete binmişim, doyamadım zevkine. Gökçe demezmi, gel biz biraz daha binelim diye! Ben tabi anında kalktım ama Gökçe, bisiklete binmeyi bilmediğini iddia eden ve düşme numarası yapan arkadaşımız (!) birkaç saat içinde yarışlara katılacak kıvama gelmiş!

Çooookk uzun lafın kısası, yorgunluktan bitmiş halde attık kendimizi motora. En son hatırladığım, hepimiz kollarımızın dışları yandı, bari içleri de yansın diye kolları çevirmiş güneşe, iki lafı biraraya getirip, muhabbet etmeye çalışıyorduk!!!

Sonbahar'dan önce adaya gitmem! :)

16 Haziran 2010 Çarşamba

Starbucks 2 :)

Allah'ın sopası yok diye bir deyim vardır. Hayatımızda da en çok karşımıza çıkan deyimdir bilir misiniz? İşte benim başıma gelen de bu!

En son gereksiz bulduğum, hatta hiç sevmediğim Starbucks'lar, elektrik kesintisi konusunda bana yoldaş olmuş, beni epeyce de utandırmışlardı.
Ama bu onlara yetmemiş olmalı ki, gerisini getirdiler!

2 hafta önce Bodrum'a gitmemiz gerekti. Cumartesi sabahı arabayla çıktık yola. Sabahın çok erken saati olduğundan kimse ayılamamıştı haliyle. Önce arabayı ben kullanayım dedim. Murat hiç olmazsa sabah uyuyabilir diye. Neyse çıktık, gidiyoruz. 1 saat geçti, 2 saat geçti. Şehirlerarası araba kullananlar bilir, yollarda in cin top oynar genellikle. Bağdat Caddesinde gider gibi değildir yani. Derken 3 saat geçti, benim yavaş yavaş kahve molam gelmeye başladı. Ama nerede içmek gerek? Heryerin kahvesi de güzel olmuyor hani.

Birden aklıma birşey geldi! Susurluk civarlarında tesisler var, orada da Starbucks olması lazım! Ben heyecanlı vaziyette tabela aramaya başladım, kaç kilometre kaldı bakmak için.
Ama Starbucks benden öcünü alamamış, tabela gelmez! Resmen acı çektiriyor :)
Yaklaşık yarım saat sonra tabela göründü: Tesislere yaklaşık 1 saat!
Bu sefer de başladım onu beklemeye.

En sonunda vardık. Ben çölde serap görmüş bedevi misali içeri koştum. Bu arada çalışanlar da pek güleryüzlü! Kahvemi aldım, içtim, rahatladım.

O çok beğendiğim Gloria' dan ne yolda, ne de Bodrum'da eser yok!
Yaşasın Starbucks!!!

Dünya Kupası

Haftasonu, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız olan bir çiftle buluştuk. Hatun benim liseden çok eski arkadaşım. Kendisini (Allah'tan) çok severim. O gün bizi Dünya Kupası bitirdi!

Maç yayını veren bir mekana oturalım dedik. Beyler televizyona doğru biz oturalım da, siz de yanyana sohbet edin dediler!!! Allah razı olsun, bize de konuşmak için izin çıktı! Tam 3 saat boyunca, Dünya'dan kopuk bir şekilde maç izlediler. Neden 3 saat derseniz; Maç başlamadan yarım saat, maçı konuştular. Devre arasında tanıtıcı reklamları bile izlediler. Devre bittiğinde ise biz masadan zaten ayrılmıştık!!!

Bu arada kibarlığı da elden bırakmadılar. Konuşup güldüğümüzde, onlar da gülümsediler. Herhangi birşey sorduğumuzda, yine gülümsediler!

Biz en sonunda, bari alış-verişe gidelim de bunlar izlesin dedik. Murat'ın trans halinde tek söyleyebildiği "Fazla para harcamayın" idi :)

Dünya Kupası konusunda yazabileceğim ve şikayet edebileceğim bir yetkili kurum var mı acaba? :)

Karpuz

Facebook sayfasında gezinirken, çok yakın bir arkadaşımın önerdiği, Bugün Ne Pişirsem adlı topluluğun sayfasına bakayım dedim.
Mantıklı olmuş. Neden derseniz; hiçbir yemeği görmek istemediğimiz şu sıcak yaz günlerinde, bize kolay tarifler sunabilir. Gerçi sayfayı açtığım gibi fırın sütlaç, ali nazik tariflerini görünce kaçasım gelmedi değil :) Kolay tarif diyoruz heeeyyy!!!

Türkiye nüfusunun yüzde doksanının benimle aynı fikirde olduğu bir mevsime girmiş bulunuyoruz. Şöyle ki; karpuz, peynir, ekmek. Yalnız karpuz keserken ellere dikkat! Benim gibi iş kazasına uğramayın :)

Bu arada bence şöyle bir grup daha kurulmalı: "Şu anda hangi meyve ve sebzenin, hatta balığın mevsimi". Eğer benim gibi ezber özürlüyseniz, bu çok işe yarayabilir. En azından vişne reçeli yapacağımız zamanı bilelim değil mi? Benden yeni girişimcilere fikir olsun. İstediğiniz gibi çalıp çırpabilirsiniz, zira noterden tasdik ettirmedim!

Çok sevgili arkadaşımız Cansın'a : Bahçendeki vişne ağaçlarından vişne istiyorum unutma. Reçel yapıp sana da vereceğim. Bu işler avantasız olmaz ;)

15 Haziran 2010 Salı

Piçoz & Portoz Final Round :(

Bu sabah balığımız Piçoz öldü! Akşam gayet güzel şaklabanlık yapan evcilimiz, sabah kalktığımızda hareketsiz yatıyordu suyun üzerinde.

Bizim için çokça üzücü bir sabah oldu maalesef. Murat'la bahçeye gömdük küçük balığımızı :(
Portoz şimdilik iyi. Umarım ona birşey olmaz. Çünkü canlı bir varlığı kaybetmek gerçekten zormuş. Bugün bir kez daha bunu anladım.

Bu yazıyı yazmak istemezdim aslında. Moral bozucu bir yazı oldu ama ne demişler: Olmuşla ölmüşe çare yokmuş.

Daha güzel yazılarda görüşmek dileğiyle...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Piçoz & Portoz Round 4

Sabah kalktık, herşey yerli yerinde. Piçoz ve portoz iyiler. Mamalarını verdik, sonra herkes işine koşturdu.
Benim işim biraz uzun sürdü bugün. Dolayısıyla eve geldiğimde saat akşamın 5 buçuğu olmuştu. Üst değiştirme, çocukkenki alışkanlıklarımızı sürdürerek el, yüz yıkama derken, Piçozumla Portozumun yanına koştum, nasıl olduklarına bakmak için.

Dünden beri içimde tuhaf bir sıkıntı vardı bu Piçoz'la ilgili. Ve kabusum gerçek oldu! Fanusa yaklaştığımda, Piçoz hafif yan yatmış, sadece ağzını oynatıyordu. Haliyle benim elim ayağım titremeye başladı. Allahtan Murat'ın gelmesi yakın, başladım onu beklemeye. Ama fanusa bakamıyorum, ya hareket etmiyorsa diye.

Neyse, Murat geldi. Hayvan bir-iki hareket yaptı, tekrar başladı yan durup ağzını hareket ettirmeye. Biz ne yapsak bilemedik. Bu sefer de büyük fanusa Piçoz'u, küçüğe Portoz'u almaya karar verdik. Belli ki hayvan küçükte nefes alamamıştı.

Değiştirdik yerlerini, başladık beklemeye. 15 dakika sonra, hayvan kendine geldi, kıpır kıpır yüzmeye başladı.
Allah fakire eşeğini önce kaybettirir, sonra buldururmuş misali, biz de Murat'la bayram yaptık haliyle :)

Sonraki roundda görüşmek üzere - umarım canlı olarak!!!

Piçoz & Portoz Round 3 - Nearly K.O. !!!

Portoz'un iyice canavarlaşmasının ardından, evi OHAL Bölgesi ilan ettik! Çünkü Portoz artık Piçoz'a fiziksel tacizde bulunmaya başladı! En son gördüğümüz, hayvanı yandan dürtüp titretmesi oldu.
Murat'la ben, hayvanın pullarında hasar görünce, ikisini ayırmaya karar verdik.

Evde diğerine nazaran baya küçük bir fanus vardı. Biz de Piçoz'u o küçük fanusa koyalım dedik. En azından hayvan rahat eder.

Aldık kepçemizi elimize, Piçozumuzu yakalayıp attık yeni fanusa. Baktık hayvanın keyfi yerinde. Dolaşıyor özgür özgür. Bizim de keyfimiz yerine geldi.

Gerçi çok sevgili kuzenimin kurduğu mantığa göre, balıkların zaten 3 dakikalık hafızaları olduğundan, ikisi de ne olan değişikliğin, ne birbirlerinin, ne de fanusun küçük veya büyük olmasının farkındalar!
Ancak bana düşen herhangi bir hayvanın, normal olmasının, hiçbir şekilde ihtimali olmadığından, benim deli balıklarım bu 3 dakika tezini çürüttüler!

Nasıl mı? Yeni roundda :) Yani yukarıda!

11 Haziran 2010 Cuma

Piçoz & Portoz Round 2 !!!

Alttaki yazımda bahsetmiştim geçenlerde; Portoz yemek yemiyor ve ööööyyle duruyor, Piçozsa tüm yemekleri bitiriyor diye. Peki 2 günde hayatımızda neler değişti?

O öylece sabit duran Portoz'un içine şeytan girdi! O sakin balık gitti, yerine sanki pirana balığı geldi. Sabah uyanıyor ve başlıyor Piçoz'u kovalamaya. Piçoz garibim kaça kaça yoruluyor! Bu şekilde akşama kadar kovalaşıyorlar. En sonunda uyku vakti geldiğinde Piçoz rahatlıyor!

Güya kolayca strese giren bir balıktı. Ama daha çok Piçoz'u strese sokuyor gibi geldi bana :)

Yalnız benim çözemediğim bir olay var. Bu Portoz hala yememeye devam ediyor da, Piçoz'u kovalayacak enerjiyi nereden buluyor? Aslında çirkin bir tahminim var ama: Sanırım Piçoz'un geri dönüştürdüğü mamaları yiyor!
Ennihayetinde Piçoz da yediği bütün mamaları, tüm gün Portoz'dan kaçarak eritiyor!

Yeni maceralarda görüşmek üzere :)

9 Haziran 2010 Çarşamba

Kanatlı hayvanlar fobisi!

Kuşlar dahil tüm kanatlı hayvanlardan korkmak nasıldır bilir misin kardeş?
Ben hayvanseverim. Ya da öyle geçinenlerdenim. Neden derseniz; çünkü yılan dahil hiçbir hayvandan korkmam, tiksinmem ama iş kanatlılara gelince durum vahim!

Çok şeker bir kedi sahibiyiz Murat'la. Ama kedimiz Bodrum'a tatile çıktı! Annemle beraber geçtiğimiz haftasonu Bodrum'da bıraktık lokumu. Pazar geri döndük ve birden kendimizi çok yalnız hissettik. Koşa koşa petshop'a gittik akşamın altısında! Bari balık alalım dedik. Gerçi kedi gibi olmaz ama olsun. Hayvan neticede.

Neyse, bir japon bir de beta diye bir balık aldık. Yanında kumu, fanusu, gereken ne varsa. Tekrar koşa koşa evin yolunu tuttuk. Koyduk suyu fanusa, balıkları da içine. Yemek masamızın üzerine oturttuk ki, biz yemek yerken onlar da bizle otursunlar. Fakat parmağımızı cama dayıyoruz, iki balık da kaçıyor! Bizim tabi biraz moralimiz bozuldu.

Ertesi gün, sabah kalkıp piçozla portoza (balıklarımızın isimleri :) yem verelim dedik. Bir de baktık ki, artık piçozla portoz parmağımıza gelmeye başlamışlar!
Ancak beta balığı olan portoz, öylece duruyor, hiç hareket etmeden! Bana düşen balığa bakın. Meğer hayvan yer değiştirince strese girip öyle dururmuş.
Ondan sonraki gün biraz hareketlendi de, moralim düzeldi.

Kanatlı hayvanlarla konumuzun ne alakası var diyenlere: Bu beta balığı olan portoz yemek yemiyor. Onun yemeklerinin de tümünü piçoz indiriyor mideye! Ama ben petshop'a tekrar gidip de adamlara soramıyorum çünkü petshop'un bahçesinde sayısız tavuk, horoz ve bir de papağan var!!!

Bu korku bana nereden geldi, kaç yaşımdan kalan bilinç altı korkusu, şu anda bilemiyorum. Ama yolda araba kullanırken tavuk, horoz görsem, direksiyonu bırakıp gözlerimi kapamaya kalkıyorum!
Tabi insanın hayatını hayli kısıtlıyor bu durum. Ama senelerdir atamadım üzerimden.

Sonuç itibariyle, umarım haftasonuna kadar yaşar balıklarım. Yoksa bir üzüntü sebebi daha :)

7 Haziran 2010 Pazartesi

Düğün sezonuna bomba!

Bu yazım, bu hafta evlenen ve kolsuz gelinlik giyip, açık havada düğün tertipleyen şanssız çiftlere olsun :)Cumartesi yağan aşırı yağmur, güzel düğününüzü kabusa çevirdi mi?

Çiftlerin başına gelebilecek kötülüklerden biri de, zamansız bastıran sağanaktır. Polen alerjisi olan ve sıcağa dayanamayan insanlar, yağan yağmura dua ederlerken, şanssız çiftler içlerinden başka şeyler geçirmektedirler! Ama şunu da düşünmek gerek: Unutulmayacak bir anı olarak kalır! (Gerçi o muhteşem günde iyi-kötü ne olsa unutulmaz ya, hadi neyse!)

Her neyse, evlenenlere toplu geçmiş olsun diliyorum. Artık erkeklerin askerlik anıları misali, senelerce döndüre döndüre anlatırsınız. Çocuklarınız olur, onlara da eziyet edersiniz anlata anlata :)

Not: Acaba bu düğün yazılarımın genelinde düğün yada nikah gününün ne olursa olsun, hiçbir şekilde bizi memnun etmeyeceğine mi işaret etmekteyim? Hatta bu benim bilinç altıma işlemiş ve zaman zaman dışarı fışkıran bir düşünce mi? Fazla kurcalamamak lazım!





Evet, daha uygarmışız...

Bu yazında sana sonuna kadar katılıyorum. (Zaten katılmıyor olsaydım muhtemelen beraber olmazdık :)
Benim de eklemek istediğim birkaç birşey var doğrusunu söylemem gerekirse. Ben futboldan anlamam. Zaten de hiç mi hiç sevmem. Ama benim nefretimin en önemli sebebi, bu senin anlattığın çirkinlikler ve bunları yapan çirkin insanlar. Takım tutmak suç değil, fakat bizim ülkemizde bu fanatiklik meselesi öyle bir hal alıyor ki, insan kendi vatandaşından tiksiniyor. Kendi yemek yediği kaba pisleyen bir toplum olduk. Taraftarların kendi ödedikleri paralarla yapılan statlar, yine kendi taşkınlıklarıyla yakılıyor. Futbolcular sahadayken üzerlerine şişeler atılıyor, ağıza alınmayacak küfürler ediliyor.
Rakip takım iyi oynasa bile, bu asla kabul edilmiyor, bilakis herkes birbirine çamur atma peşinde. Böyle bir manzara karşısında normal bir insanın futboldan hoşlanması beklenemez herhalde değil mi?

Bu sene Bursaspor şampiyon oldu. 3 büyükler dediğimiz takımların taraftarlarının büyük çoğunluğu helal olsun dediler. Ama bu sizi şaşırtmasın, sevindirmesin. Çünkü bu "Biz şampiyon olamadık o zaman karşı takımda olamasın, iyi ki 3 büyüklerden başkası şampiyon oldu" helal olsunuydu.

Bu olaylar ülkemizin adını lekeleyen çirkin olaylardır. Bunların tamamı "Kaliteli Nüfus" un azalmasıyla oluşan durumlardır. Bu demek değil ki, köyden kente göç bunun sebebidir. Tam tersine kentlinin yozlaşmasıyla, kendi nesillerine aktardığı bilgilerin ve görgülerin kalitesizleşmesiyle ortaya çıkan sonuçlardır.

Tez elden uygarlaşmak dileğiyle...

Daha Uygardık

Dün akşam saatlerinde “NTVSPOR” kanalında 1958 İsviçre Dünya Kupası Maçlarının özet görüntüleri veriliyordu. Maçın oynananış biçimi (ataklar,defans kalecilerin eldivensiz oynaması) gerçekten günümüzden uzak bir anlayışla oynanıyordu; fakat dikkatimi çeken başka birşey ise tribünlerin günümüzden daha uygar olması,maçı seyreden taraftarların daha insan gibi insan olmaları idi. Fransa’dan, Almaya’dan,İngiltere’den, Brezilya’dan ve daha bir çok ülkeden gelen insanların maçı seyredişleri, giyimleri kuşamlarının günümüzden düzgün olması beni düşündürdü. Bayanlar şapkalarını takmış, erkekler takım elbiseler giymiş, çocuklar ise sanki bayram gelmişte bayramlıklarını giymişlerdi. Birde şimdiki zamana bakalım; İngiltere’den gelen o takım elbiseleri, şapkalı insanların yerlerini şimdi kavga çıkartan holiganlar, Almanya’dan gelenlerin yerlerini maçta olay çıkartan sahaya giren insanlar almış.

Bizim ülkemiz de dünyaya ayak uydurarak aynı şekilde değişim göstermiş. 30-40 sene öncesindeki maçlara bakalım. Aynı tribünde rakip takımın taraftarları birlikte oturup maç seyrediyorlar. Maçtaki en büyük küfür ise “Hakemin gözüne gözlük” müş! İnsanlar eskiden futbol seyretmeye giderlermiş, şimdi ise savaşa gider gibi maça gidiliyor. Tribün teröründe dünyaya ayak uydurmuşuz, peki futbol anlayışımızda dünyaya ayak uydurmuş muyuz, kendimizi geliştirmiş miyiz? Türkiye’de oynanan futbolun her geçen sene daha iyiye gidiyor olması; her zaman ayağa yerden paslar, göze hoş gelen futbol anlayışı, rakibin futbol oynamasına engel olacak anti-futbol taktiklerinin kullanılmaması, futbolcularda ve takım yöneticilerindeki centilmenlik ruhu ve bunun gibi sportif güzelliklerin hepsini de keşke tribünleri örnek aldığımız gibi örnek alsaymışız.

Peki bizim gerilememiz sadece bu konuda mı? Tabiki hayır, bunları sadece konuya güzel birer örnek vermek için yazdım. Bakın bakalım eskiden 1 Mayıs’lar nasıl kutlanırmış, insanlar birbirlerine nasıl davranırmış, işveren işçi ilişkisi nasılmış, insanlar insanlık mı yaparmış yoksa sadece kendilerini düşünürmüş. Çoğu zaman TV programlarında bunlar tartışılıyor. Kimileri köyden şehire göçün etkisi diyor, kimileri büyük kentteki stres diyor. Bence bunların hepsi palavra, işin özü şu: Bizim insanımızın başında kendisine yol gösterecek, toplumu daha ileriye götürecek bir lider olmadığı sürece kendini geliştirmeye çaba harcamıyor, çünkü bunları düşünmek istemiyor.

Bu bizim tarihimizde de böyle idi. Çanakkale Savaşını Atatürk olmadan kazansaydık, İzmir’i Yunanistan’dan Atatürk olmadan geri alsaydık ne olacaktı, Cumhuriyet ruhunu bu ülkedeki insanlara kim aşılayacaktı? Kimse. Bu saydıklarım Atatürk olmadan yapılsaydı (ki yapılmasının imkanı yoktu) başka bir Sevr antlaşması ile yine başka devletlerin kuklası olur onlara yalakalık yapardık. Bu millet başında Atatürk gibi bir lider olmadığı sürece geri kalmaya devam edecektir.

4 Haziran 2010 Cuma

Çok güzel bir alıntı :)


Soru: Dünyanın en mutlu çifti kimlerdir?


Cevap: Adem ile Havva.

Soru: Neden Adem ile Havva?

Cevap: Çünkü:

1- Adem'in de Havva'nın da kaynanası olmadı.

2- Adem de Havva da aldatılmaktan korkmadı.

3-Havva hiçbir zaman kıyafeti ile Adem'i çileden çıkartmadı.

4- Adem: 'Arkadaşlarımla maç yapmaya gidiyorum.' diyemedi.

5- Havva kız arkadaşlarını eve toplayıp akşama kadar dedikodu yapamadı.

6- Adem hiçbir zaman poker partisine gidiyorum deyip, gecenin bir köründe eve sarhoş gelemedi.

7- Adem hiç uzun iş görüşmeleri için yurtdışına gidemedi. Gitse bile gittiği yerde otel odasında kalamadı.

8-Sevgililer Günü'nü unutmaktan doğan kavgalar çıkmadı.

9- Randevulara gecikince trafiği bahane edemediler.

10- Yüksek gelen faturalar nedeniyle tartışmadılar.

11- Özel günlerinde birbirlerinin sevmedikleri arkadaşlarını davet etme gibi bir ihtimalleri olmadı.

12- Adem hiçbir zaman Havva'ya 'Sen bu dünyada gördüğüm en güzel kadınsın derken yalan söylemedi.

13- Hiçbir zaman röntgenleyen varmı diye tedirginiliğe düşmediler.

14- Onlar enflasyon canavarıyla hiç tanışmadılar. Birikimlerini batırıp, alacak bankacılarla da hiç karşılaşmadılar.

15- Onlar mutluydular. Çünkü, ne sayıma gerek vardı, ne de sayılmaya.

16- Hiçbir zaman birbirlerinin yüzüne telefonu kapatamadılar. Telefonda kavga da etmediler.

17- Hiçbir zaman siyaset-politika konusunda dil, din, ırk tartışmasına girmediler.

18- Hiçbir zaman Havva, 'Beni en son ne zaman sinemaya götürdün, en son ne zaman dışarıda yemek

yedik' demedi.

19- 'Senden başka gül koklarsam namerdim' lafı da gerçekti ve Havva da bunun doğru olduğuna emindi.