25 Haziran 2010 Cuma

Keşke Bitmeseydi !!!

Evet, kızların bayıldığı, erkeklerinse bayılırken nefret etme numarası yaptığı (!) Aşk-ı Memnu bitti. Bence bitmeseydi iyiydi de, hadi neyse.

Görsel açıdan insanların göz zevkini okşayan bir diziydi bana göre. Ama çok sevgili erkeklerimiz, işin ahlaksızlık boyutuna o kadar kafayı takmışlar ki, bunun sadece bir dizi olduğunu, izlenip unutulup geçileceğini, bazen göz ardı ediyorlar.

Yalnız çok süper bir tezim var: Bu dizilerdeki oynayan erkekler, kadınlara çiçekler, pahalı mücevherler aldıklarında, bu "SADECE BİR DİZİ" oluyor ve gerçek hayatta bunlar olmuyor! Ancak iş, kadının erkeği aldatmasına gelince, bu toplumsal bir ahlaksızlığa dönüşüyor nedense :)
Biraz taraflı bir bakış açısı değil mi sizcede?

Gerçi şu konuda Murat'a katılmadan edemeyeceğim; bir kere herşey taklit veya yeni moda olarak eserlerden alıntı. Bizim senaristlerimiz daha iyisini yapamıyorlar mı acaba?

Bizim insanımız şu anda dizi furyasının içinde hapsolmuş vaziyette. Bir gün umarım herkes, bunların sadece birer dizi olduklarını, dizideki karakterlerden biri öldüğünde, cenaze namazı kılınmaması gerektiğini ve her ünlü gördükleri yerde ellerine kağıt sıkıştırıp dizideki gerçekleri anlatmanın anlamsız olduğunu anlayacaktır.

Neticede Beren güzel, Ahu güzel, Kıvanç yakışıklı, Selçuk karizmatik. Kıyafetler, arabalar, evler göz alıcı. Yeterli değil mi?
Bitmeseydi iyiydi de...

24 Haziran 2010 Perşembe

Sonunda Bitti

Beklenen gün geldi hanımların aşık olduğu, benim nefret ettiğim ahlaksız sapık supuk dizi sonunda bitiyor. Dizide izlenen ahlaksızlık, çoğu insanın hoşlanmadığı insanlara kötü örnek oluyor dediği birçok diziden ve filmden aslında daha zararlı. Yok çok şiddet var, Türk aile yapısına uygunsuz yayınlar falan filan diye birçok kanallara ceza yağarken, bu dizinin yayınlanmasına herhangi bir tepki konmaması ilginç doğrusu.
Aslında Türk dizilerinin çoğu bir işe yaramaz. Neden mi? Bazıları yurt dışında yayınlanan dizilerin çakması, diğerleri ise yok bilmem kimin ölümsüz eserinden. Hiçbir yaratıcılık,hiçbir kendine özgülük yok dizilerde. Aslında bizim insanımıza bu tür yapımlar müstahaktır. Aşk-ı Memnu'nun konusunun bir kitaptan alıntı olduğunu bilmeyen, hatta ve hatta "aaa Aşk-ı Memnu'nun kitabı da çıkmış" diyen bir toplumdan ne beklenebilir ki.
Bakın konu nereden nereye geldi. Aslında her işte böyle değilmiyiz; her işimizde, çoğu zaman başkaları nasıl yapmış bizde öyle yapalım denmekte. Hiçbir zaman biz bunun daha iyisini nasıl yaparız diye düşünmüyoruz. Türkiye'de yapılan ilk araba "Devrim"in de bu şekilde yapıldığını biliyormusunuz. Biz bu arabayı nasıl yaparız derken çalışanlardan birinin arabasını sökerek bak adamlar böyle yapmış bizde böyle yapalım denmiştir.
Evet yazımıza ne ile başladık, ne ile bitiriyoruz. Böyle ufak şeylerden bütün toplumun yapısını çıkartmak mümkündür. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Ada Sahillerinde Bekleme, Sonbahar'a Kadar Yokum...

Sizlerden gelen yoğun istek üzerine (!), Büyük Ada seyahatimizi yazıyorum. Bu başlığın sebebi nedir diyenlere: Sabredin, okuyacaksınız.

Evet efendim, geçen cumartesi sabahı, ben ve bir grup aksiyona muhtaç arkadaşım, adaya gitmeye karar verdik. Hesapta bisiklete binip çok eğlenecektik! Aslında eğlence kısmını başardıkta!

Neyse biz sabah saat 10.15 vapuruyla geçmeyi planladık adaya. Murat, ben ve çok sevgili kardeşim Gökçe, çok dakikizdir. Tam 10'da buluştuk iskelede. Ama diğer arkadaşları bekleriz gelmezler! Saat 10'u 14 geçe, saolsun bir tanesi düştü iskeleye! Neticede biz vapuru kaçırmış bulunduk. Baktık bir dahaki vapur 12.30'da. Biz de ne yapalım, bari motorla geçelim dedik.

Motora daha yarım saat varken iskelede ne yapılır? Tabiki çay içilir. Girdik bir yere, birer çay söyledik, 20 dakika geçti. Artık kalkalım bari dedik, bu vapur da kaçmasın. Koştura koştura iskeleye gittik. Aldık biletlerimizi. Tam binecekken Mustafa kaybolmasın mı! Kalkmasına kalmış 2 dakika, biz heryerde Mustafa arıyoruz. Bu arada zaten Mert henüz gelmemiş, yetişip yetişmeyeceği belli değil. Biz bari dedik binelim, Mustafa belki binmiştir biz görmeden, Mert de bir sonrakine yetişir. Tam hareket ederken neyse ki ikisi de yetişebildiler de, başladık yolculuğa...

Motorlar mantıklı vasıtalar. Vapur 1 saat sürerken, motor yarım saatte götürüyor.
Biz indik motordan, nasıl kalabalık. İpini koparan gelmiş :) Koşa koşa kiralık bisiklet aramaya giriştik. Gerçi her yer bisikletçi dolu da neyse!
İlk bisikletçi bizi kazıklamaya kalktı. Benim canhıraş çemkirmem sonucu, diğerine gidelim dedik. Diğeri bize ilkinin verdiği fiyatın 3'te 1'ini verince, bir anda hepimizin birer bisikleti oldu :)

Bu arada bir arkadaşımız (bulun bakalım hangisi :) bisiklete binmeyi bilmiyor! Ama ona da aldık birtane, en kötü aksesuar olarak kullansın diye! Ama arkadaşımızla 100 metre ilerleyemiyoruz! En sonunda ben, Murat, Mustafa, Mert dörtlüsü, önden gidelim, çevreyi kolaçan edelim, diğer iki arkadaş arkadan gelir dedik.

Heryer fayton kaynıyor. İnsanlara çarpıp yaralayanından tutun, birbirlerini sollayanına kadar. Biz sorduk soruşturduk, küçük ada turu yapalım dedik. Sonra da yemek yeriz.

O ada yokuşları neymiş öyle? Yanında 600 derece sıcaklık, üzerine de sayısız böcek, at boku ve kanatlı hayvan!!!
Yaklaşık 1 buçuk saatte, analarımızdan emdiğimiz sütler burunlarımızdan geldi. Murat'la ben zaten hantallıktan ölmüşüz, üçer kilo ter bıraktık yollarda.

Bir süre sonra, artık dönelim dedik, zira karınlar acıktı. İndik aşağıya, iskele tarafına. Diğer arkadaşlarımızla da buluştuk, bulduğumuz ilk yere oturduk. Oturduktan sonra farkettik ki, herkes pancar turşusu gibi kızarmış! Ama sorun nasıl kızarmak; Üzerimizdeki bluzların deseninde :)
Yorgunluktan bitmişiz, herkes çok acıkmış, önümüze gelen her yemeği söyledik ve büyük bir iştahla yedik. Ve bunun çok doğal bir sonucu olarak da sandalyelerimizde uyumalara kalktık! Zaten emin olun ki hepimiz için daha rahat bir pozisyon varsa, o da uzun oturmaktı çünkü bininci el bisikletlerimizin seleleri sayesinde o gün ve takibi 2 gün oturur pozisyona geçemedik!!!

En sonunda dedik ki bu böyle olmaz, biz gidip sahil kenarında birer çay içelim. İşte o ayağa kalktığımız saniyede adanın isminin neden BÜYÜK olduğunu anladık :)
Zor bela attık kendimizi sahil kesimine. Başta bizle küçük tura gelmeyen arkadaşlarımız Gökçe ve Bahadır, hala yaşlarının çok küçük olmasından mütevellit, daha da çok bisiklete binmeye karar verdiler.

Biz söyledik çayları, içiyoruz bir yandan da sohbet ediyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra Gökçe ve Bahadır geldi. Bu arada en son 15 yaşımda bisiklete binmişim, doyamadım zevkine. Gökçe demezmi, gel biz biraz daha binelim diye! Ben tabi anında kalktım ama Gökçe, bisiklete binmeyi bilmediğini iddia eden ve düşme numarası yapan arkadaşımız (!) birkaç saat içinde yarışlara katılacak kıvama gelmiş!

Çooookk uzun lafın kısası, yorgunluktan bitmiş halde attık kendimizi motora. En son hatırladığım, hepimiz kollarımızın dışları yandı, bari içleri de yansın diye kolları çevirmiş güneşe, iki lafı biraraya getirip, muhabbet etmeye çalışıyorduk!!!

Sonbahar'dan önce adaya gitmem! :)

16 Haziran 2010 Çarşamba

Starbucks 2 :)

Allah'ın sopası yok diye bir deyim vardır. Hayatımızda da en çok karşımıza çıkan deyimdir bilir misiniz? İşte benim başıma gelen de bu!

En son gereksiz bulduğum, hatta hiç sevmediğim Starbucks'lar, elektrik kesintisi konusunda bana yoldaş olmuş, beni epeyce de utandırmışlardı.
Ama bu onlara yetmemiş olmalı ki, gerisini getirdiler!

2 hafta önce Bodrum'a gitmemiz gerekti. Cumartesi sabahı arabayla çıktık yola. Sabahın çok erken saati olduğundan kimse ayılamamıştı haliyle. Önce arabayı ben kullanayım dedim. Murat hiç olmazsa sabah uyuyabilir diye. Neyse çıktık, gidiyoruz. 1 saat geçti, 2 saat geçti. Şehirlerarası araba kullananlar bilir, yollarda in cin top oynar genellikle. Bağdat Caddesinde gider gibi değildir yani. Derken 3 saat geçti, benim yavaş yavaş kahve molam gelmeye başladı. Ama nerede içmek gerek? Heryerin kahvesi de güzel olmuyor hani.

Birden aklıma birşey geldi! Susurluk civarlarında tesisler var, orada da Starbucks olması lazım! Ben heyecanlı vaziyette tabela aramaya başladım, kaç kilometre kaldı bakmak için.
Ama Starbucks benden öcünü alamamış, tabela gelmez! Resmen acı çektiriyor :)
Yaklaşık yarım saat sonra tabela göründü: Tesislere yaklaşık 1 saat!
Bu sefer de başladım onu beklemeye.

En sonunda vardık. Ben çölde serap görmüş bedevi misali içeri koştum. Bu arada çalışanlar da pek güleryüzlü! Kahvemi aldım, içtim, rahatladım.

O çok beğendiğim Gloria' dan ne yolda, ne de Bodrum'da eser yok!
Yaşasın Starbucks!!!

Dünya Kupası

Haftasonu, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız olan bir çiftle buluştuk. Hatun benim liseden çok eski arkadaşım. Kendisini (Allah'tan) çok severim. O gün bizi Dünya Kupası bitirdi!

Maç yayını veren bir mekana oturalım dedik. Beyler televizyona doğru biz oturalım da, siz de yanyana sohbet edin dediler!!! Allah razı olsun, bize de konuşmak için izin çıktı! Tam 3 saat boyunca, Dünya'dan kopuk bir şekilde maç izlediler. Neden 3 saat derseniz; Maç başlamadan yarım saat, maçı konuştular. Devre arasında tanıtıcı reklamları bile izlediler. Devre bittiğinde ise biz masadan zaten ayrılmıştık!!!

Bu arada kibarlığı da elden bırakmadılar. Konuşup güldüğümüzde, onlar da gülümsediler. Herhangi birşey sorduğumuzda, yine gülümsediler!

Biz en sonunda, bari alış-verişe gidelim de bunlar izlesin dedik. Murat'ın trans halinde tek söyleyebildiği "Fazla para harcamayın" idi :)

Dünya Kupası konusunda yazabileceğim ve şikayet edebileceğim bir yetkili kurum var mı acaba? :)

Karpuz

Facebook sayfasında gezinirken, çok yakın bir arkadaşımın önerdiği, Bugün Ne Pişirsem adlı topluluğun sayfasına bakayım dedim.
Mantıklı olmuş. Neden derseniz; hiçbir yemeği görmek istemediğimiz şu sıcak yaz günlerinde, bize kolay tarifler sunabilir. Gerçi sayfayı açtığım gibi fırın sütlaç, ali nazik tariflerini görünce kaçasım gelmedi değil :) Kolay tarif diyoruz heeeyyy!!!

Türkiye nüfusunun yüzde doksanının benimle aynı fikirde olduğu bir mevsime girmiş bulunuyoruz. Şöyle ki; karpuz, peynir, ekmek. Yalnız karpuz keserken ellere dikkat! Benim gibi iş kazasına uğramayın :)

Bu arada bence şöyle bir grup daha kurulmalı: "Şu anda hangi meyve ve sebzenin, hatta balığın mevsimi". Eğer benim gibi ezber özürlüyseniz, bu çok işe yarayabilir. En azından vişne reçeli yapacağımız zamanı bilelim değil mi? Benden yeni girişimcilere fikir olsun. İstediğiniz gibi çalıp çırpabilirsiniz, zira noterden tasdik ettirmedim!

Çok sevgili arkadaşımız Cansın'a : Bahçendeki vişne ağaçlarından vişne istiyorum unutma. Reçel yapıp sana da vereceğim. Bu işler avantasız olmaz ;)

15 Haziran 2010 Salı

Piçoz & Portoz Final Round :(

Bu sabah balığımız Piçoz öldü! Akşam gayet güzel şaklabanlık yapan evcilimiz, sabah kalktığımızda hareketsiz yatıyordu suyun üzerinde.

Bizim için çokça üzücü bir sabah oldu maalesef. Murat'la bahçeye gömdük küçük balığımızı :(
Portoz şimdilik iyi. Umarım ona birşey olmaz. Çünkü canlı bir varlığı kaybetmek gerçekten zormuş. Bugün bir kez daha bunu anladım.

Bu yazıyı yazmak istemezdim aslında. Moral bozucu bir yazı oldu ama ne demişler: Olmuşla ölmüşe çare yokmuş.

Daha güzel yazılarda görüşmek dileğiyle...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Piçoz & Portoz Round 4

Sabah kalktık, herşey yerli yerinde. Piçoz ve portoz iyiler. Mamalarını verdik, sonra herkes işine koşturdu.
Benim işim biraz uzun sürdü bugün. Dolayısıyla eve geldiğimde saat akşamın 5 buçuğu olmuştu. Üst değiştirme, çocukkenki alışkanlıklarımızı sürdürerek el, yüz yıkama derken, Piçozumla Portozumun yanına koştum, nasıl olduklarına bakmak için.

Dünden beri içimde tuhaf bir sıkıntı vardı bu Piçoz'la ilgili. Ve kabusum gerçek oldu! Fanusa yaklaştığımda, Piçoz hafif yan yatmış, sadece ağzını oynatıyordu. Haliyle benim elim ayağım titremeye başladı. Allahtan Murat'ın gelmesi yakın, başladım onu beklemeye. Ama fanusa bakamıyorum, ya hareket etmiyorsa diye.

Neyse, Murat geldi. Hayvan bir-iki hareket yaptı, tekrar başladı yan durup ağzını hareket ettirmeye. Biz ne yapsak bilemedik. Bu sefer de büyük fanusa Piçoz'u, küçüğe Portoz'u almaya karar verdik. Belli ki hayvan küçükte nefes alamamıştı.

Değiştirdik yerlerini, başladık beklemeye. 15 dakika sonra, hayvan kendine geldi, kıpır kıpır yüzmeye başladı.
Allah fakire eşeğini önce kaybettirir, sonra buldururmuş misali, biz de Murat'la bayram yaptık haliyle :)

Sonraki roundda görüşmek üzere - umarım canlı olarak!!!

Piçoz & Portoz Round 3 - Nearly K.O. !!!

Portoz'un iyice canavarlaşmasının ardından, evi OHAL Bölgesi ilan ettik! Çünkü Portoz artık Piçoz'a fiziksel tacizde bulunmaya başladı! En son gördüğümüz, hayvanı yandan dürtüp titretmesi oldu.
Murat'la ben, hayvanın pullarında hasar görünce, ikisini ayırmaya karar verdik.

Evde diğerine nazaran baya küçük bir fanus vardı. Biz de Piçoz'u o küçük fanusa koyalım dedik. En azından hayvan rahat eder.

Aldık kepçemizi elimize, Piçozumuzu yakalayıp attık yeni fanusa. Baktık hayvanın keyfi yerinde. Dolaşıyor özgür özgür. Bizim de keyfimiz yerine geldi.

Gerçi çok sevgili kuzenimin kurduğu mantığa göre, balıkların zaten 3 dakikalık hafızaları olduğundan, ikisi de ne olan değişikliğin, ne birbirlerinin, ne de fanusun küçük veya büyük olmasının farkındalar!
Ancak bana düşen herhangi bir hayvanın, normal olmasının, hiçbir şekilde ihtimali olmadığından, benim deli balıklarım bu 3 dakika tezini çürüttüler!

Nasıl mı? Yeni roundda :) Yani yukarıda!

11 Haziran 2010 Cuma

Piçoz & Portoz Round 2 !!!

Alttaki yazımda bahsetmiştim geçenlerde; Portoz yemek yemiyor ve ööööyyle duruyor, Piçozsa tüm yemekleri bitiriyor diye. Peki 2 günde hayatımızda neler değişti?

O öylece sabit duran Portoz'un içine şeytan girdi! O sakin balık gitti, yerine sanki pirana balığı geldi. Sabah uyanıyor ve başlıyor Piçoz'u kovalamaya. Piçoz garibim kaça kaça yoruluyor! Bu şekilde akşama kadar kovalaşıyorlar. En sonunda uyku vakti geldiğinde Piçoz rahatlıyor!

Güya kolayca strese giren bir balıktı. Ama daha çok Piçoz'u strese sokuyor gibi geldi bana :)

Yalnız benim çözemediğim bir olay var. Bu Portoz hala yememeye devam ediyor da, Piçoz'u kovalayacak enerjiyi nereden buluyor? Aslında çirkin bir tahminim var ama: Sanırım Piçoz'un geri dönüştürdüğü mamaları yiyor!
Ennihayetinde Piçoz da yediği bütün mamaları, tüm gün Portoz'dan kaçarak eritiyor!

Yeni maceralarda görüşmek üzere :)

9 Haziran 2010 Çarşamba

Kanatlı hayvanlar fobisi!

Kuşlar dahil tüm kanatlı hayvanlardan korkmak nasıldır bilir misin kardeş?
Ben hayvanseverim. Ya da öyle geçinenlerdenim. Neden derseniz; çünkü yılan dahil hiçbir hayvandan korkmam, tiksinmem ama iş kanatlılara gelince durum vahim!

Çok şeker bir kedi sahibiyiz Murat'la. Ama kedimiz Bodrum'a tatile çıktı! Annemle beraber geçtiğimiz haftasonu Bodrum'da bıraktık lokumu. Pazar geri döndük ve birden kendimizi çok yalnız hissettik. Koşa koşa petshop'a gittik akşamın altısında! Bari balık alalım dedik. Gerçi kedi gibi olmaz ama olsun. Hayvan neticede.

Neyse, bir japon bir de beta diye bir balık aldık. Yanında kumu, fanusu, gereken ne varsa. Tekrar koşa koşa evin yolunu tuttuk. Koyduk suyu fanusa, balıkları da içine. Yemek masamızın üzerine oturttuk ki, biz yemek yerken onlar da bizle otursunlar. Fakat parmağımızı cama dayıyoruz, iki balık da kaçıyor! Bizim tabi biraz moralimiz bozuldu.

Ertesi gün, sabah kalkıp piçozla portoza (balıklarımızın isimleri :) yem verelim dedik. Bir de baktık ki, artık piçozla portoz parmağımıza gelmeye başlamışlar!
Ancak beta balığı olan portoz, öylece duruyor, hiç hareket etmeden! Bana düşen balığa bakın. Meğer hayvan yer değiştirince strese girip öyle dururmuş.
Ondan sonraki gün biraz hareketlendi de, moralim düzeldi.

Kanatlı hayvanlarla konumuzun ne alakası var diyenlere: Bu beta balığı olan portoz yemek yemiyor. Onun yemeklerinin de tümünü piçoz indiriyor mideye! Ama ben petshop'a tekrar gidip de adamlara soramıyorum çünkü petshop'un bahçesinde sayısız tavuk, horoz ve bir de papağan var!!!

Bu korku bana nereden geldi, kaç yaşımdan kalan bilinç altı korkusu, şu anda bilemiyorum. Ama yolda araba kullanırken tavuk, horoz görsem, direksiyonu bırakıp gözlerimi kapamaya kalkıyorum!
Tabi insanın hayatını hayli kısıtlıyor bu durum. Ama senelerdir atamadım üzerimden.

Sonuç itibariyle, umarım haftasonuna kadar yaşar balıklarım. Yoksa bir üzüntü sebebi daha :)

7 Haziran 2010 Pazartesi

Düğün sezonuna bomba!

Bu yazım, bu hafta evlenen ve kolsuz gelinlik giyip, açık havada düğün tertipleyen şanssız çiftlere olsun :)Cumartesi yağan aşırı yağmur, güzel düğününüzü kabusa çevirdi mi?

Çiftlerin başına gelebilecek kötülüklerden biri de, zamansız bastıran sağanaktır. Polen alerjisi olan ve sıcağa dayanamayan insanlar, yağan yağmura dua ederlerken, şanssız çiftler içlerinden başka şeyler geçirmektedirler! Ama şunu da düşünmek gerek: Unutulmayacak bir anı olarak kalır! (Gerçi o muhteşem günde iyi-kötü ne olsa unutulmaz ya, hadi neyse!)

Her neyse, evlenenlere toplu geçmiş olsun diliyorum. Artık erkeklerin askerlik anıları misali, senelerce döndüre döndüre anlatırsınız. Çocuklarınız olur, onlara da eziyet edersiniz anlata anlata :)

Not: Acaba bu düğün yazılarımın genelinde düğün yada nikah gününün ne olursa olsun, hiçbir şekilde bizi memnun etmeyeceğine mi işaret etmekteyim? Hatta bu benim bilinç altıma işlemiş ve zaman zaman dışarı fışkıran bir düşünce mi? Fazla kurcalamamak lazım!





Evet, daha uygarmışız...

Bu yazında sana sonuna kadar katılıyorum. (Zaten katılmıyor olsaydım muhtemelen beraber olmazdık :)
Benim de eklemek istediğim birkaç birşey var doğrusunu söylemem gerekirse. Ben futboldan anlamam. Zaten de hiç mi hiç sevmem. Ama benim nefretimin en önemli sebebi, bu senin anlattığın çirkinlikler ve bunları yapan çirkin insanlar. Takım tutmak suç değil, fakat bizim ülkemizde bu fanatiklik meselesi öyle bir hal alıyor ki, insan kendi vatandaşından tiksiniyor. Kendi yemek yediği kaba pisleyen bir toplum olduk. Taraftarların kendi ödedikleri paralarla yapılan statlar, yine kendi taşkınlıklarıyla yakılıyor. Futbolcular sahadayken üzerlerine şişeler atılıyor, ağıza alınmayacak küfürler ediliyor.
Rakip takım iyi oynasa bile, bu asla kabul edilmiyor, bilakis herkes birbirine çamur atma peşinde. Böyle bir manzara karşısında normal bir insanın futboldan hoşlanması beklenemez herhalde değil mi?

Bu sene Bursaspor şampiyon oldu. 3 büyükler dediğimiz takımların taraftarlarının büyük çoğunluğu helal olsun dediler. Ama bu sizi şaşırtmasın, sevindirmesin. Çünkü bu "Biz şampiyon olamadık o zaman karşı takımda olamasın, iyi ki 3 büyüklerden başkası şampiyon oldu" helal olsunuydu.

Bu olaylar ülkemizin adını lekeleyen çirkin olaylardır. Bunların tamamı "Kaliteli Nüfus" un azalmasıyla oluşan durumlardır. Bu demek değil ki, köyden kente göç bunun sebebidir. Tam tersine kentlinin yozlaşmasıyla, kendi nesillerine aktardığı bilgilerin ve görgülerin kalitesizleşmesiyle ortaya çıkan sonuçlardır.

Tez elden uygarlaşmak dileğiyle...

Daha Uygardık

Dün akşam saatlerinde “NTVSPOR” kanalında 1958 İsviçre Dünya Kupası Maçlarının özet görüntüleri veriliyordu. Maçın oynananış biçimi (ataklar,defans kalecilerin eldivensiz oynaması) gerçekten günümüzden uzak bir anlayışla oynanıyordu; fakat dikkatimi çeken başka birşey ise tribünlerin günümüzden daha uygar olması,maçı seyreden taraftarların daha insan gibi insan olmaları idi. Fransa’dan, Almaya’dan,İngiltere’den, Brezilya’dan ve daha bir çok ülkeden gelen insanların maçı seyredişleri, giyimleri kuşamlarının günümüzden düzgün olması beni düşündürdü. Bayanlar şapkalarını takmış, erkekler takım elbiseler giymiş, çocuklar ise sanki bayram gelmişte bayramlıklarını giymişlerdi. Birde şimdiki zamana bakalım; İngiltere’den gelen o takım elbiseleri, şapkalı insanların yerlerini şimdi kavga çıkartan holiganlar, Almanya’dan gelenlerin yerlerini maçta olay çıkartan sahaya giren insanlar almış.

Bizim ülkemiz de dünyaya ayak uydurarak aynı şekilde değişim göstermiş. 30-40 sene öncesindeki maçlara bakalım. Aynı tribünde rakip takımın taraftarları birlikte oturup maç seyrediyorlar. Maçtaki en büyük küfür ise “Hakemin gözüne gözlük” müş! İnsanlar eskiden futbol seyretmeye giderlermiş, şimdi ise savaşa gider gibi maça gidiliyor. Tribün teröründe dünyaya ayak uydurmuşuz, peki futbol anlayışımızda dünyaya ayak uydurmuş muyuz, kendimizi geliştirmiş miyiz? Türkiye’de oynanan futbolun her geçen sene daha iyiye gidiyor olması; her zaman ayağa yerden paslar, göze hoş gelen futbol anlayışı, rakibin futbol oynamasına engel olacak anti-futbol taktiklerinin kullanılmaması, futbolcularda ve takım yöneticilerindeki centilmenlik ruhu ve bunun gibi sportif güzelliklerin hepsini de keşke tribünleri örnek aldığımız gibi örnek alsaymışız.

Peki bizim gerilememiz sadece bu konuda mı? Tabiki hayır, bunları sadece konuya güzel birer örnek vermek için yazdım. Bakın bakalım eskiden 1 Mayıs’lar nasıl kutlanırmış, insanlar birbirlerine nasıl davranırmış, işveren işçi ilişkisi nasılmış, insanlar insanlık mı yaparmış yoksa sadece kendilerini düşünürmüş. Çoğu zaman TV programlarında bunlar tartışılıyor. Kimileri köyden şehire göçün etkisi diyor, kimileri büyük kentteki stres diyor. Bence bunların hepsi palavra, işin özü şu: Bizim insanımızın başında kendisine yol gösterecek, toplumu daha ileriye götürecek bir lider olmadığı sürece kendini geliştirmeye çaba harcamıyor, çünkü bunları düşünmek istemiyor.

Bu bizim tarihimizde de böyle idi. Çanakkale Savaşını Atatürk olmadan kazansaydık, İzmir’i Yunanistan’dan Atatürk olmadan geri alsaydık ne olacaktı, Cumhuriyet ruhunu bu ülkedeki insanlara kim aşılayacaktı? Kimse. Bu saydıklarım Atatürk olmadan yapılsaydı (ki yapılmasının imkanı yoktu) başka bir Sevr antlaşması ile yine başka devletlerin kuklası olur onlara yalakalık yapardık. Bu millet başında Atatürk gibi bir lider olmadığı sürece geri kalmaya devam edecektir.

4 Haziran 2010 Cuma

Çok güzel bir alıntı :)


Soru: Dünyanın en mutlu çifti kimlerdir?


Cevap: Adem ile Havva.

Soru: Neden Adem ile Havva?

Cevap: Çünkü:

1- Adem'in de Havva'nın da kaynanası olmadı.

2- Adem de Havva da aldatılmaktan korkmadı.

3-Havva hiçbir zaman kıyafeti ile Adem'i çileden çıkartmadı.

4- Adem: 'Arkadaşlarımla maç yapmaya gidiyorum.' diyemedi.

5- Havva kız arkadaşlarını eve toplayıp akşama kadar dedikodu yapamadı.

6- Adem hiçbir zaman poker partisine gidiyorum deyip, gecenin bir köründe eve sarhoş gelemedi.

7- Adem hiç uzun iş görüşmeleri için yurtdışına gidemedi. Gitse bile gittiği yerde otel odasında kalamadı.

8-Sevgililer Günü'nü unutmaktan doğan kavgalar çıkmadı.

9- Randevulara gecikince trafiği bahane edemediler.

10- Yüksek gelen faturalar nedeniyle tartışmadılar.

11- Özel günlerinde birbirlerinin sevmedikleri arkadaşlarını davet etme gibi bir ihtimalleri olmadı.

12- Adem hiçbir zaman Havva'ya 'Sen bu dünyada gördüğüm en güzel kadınsın derken yalan söylemedi.

13- Hiçbir zaman röntgenleyen varmı diye tedirginiliğe düşmediler.

14- Onlar enflasyon canavarıyla hiç tanışmadılar. Birikimlerini batırıp, alacak bankacılarla da hiç karşılaşmadılar.

15- Onlar mutluydular. Çünkü, ne sayıma gerek vardı, ne de sayılmaya.

16- Hiçbir zaman birbirlerinin yüzüne telefonu kapatamadılar. Telefonda kavga da etmediler.

17- Hiçbir zaman siyaset-politika konusunda dil, din, ırk tartışmasına girmediler.

18- Hiçbir zaman Havva, 'Beni en son ne zaman sinemaya götürdün, en son ne zaman dışarıda yemek

yedik' demedi.

19- 'Senden başka gül koklarsam namerdim' lafı da gerçekti ve Havva da bunun doğru olduğuna emindi.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Çok Yakında

Merhaba,

Bugün sizlere yazımda yeni gelecek olan teknoloji ve oyunlar hakkında kısa kısa bilgiler vereceğim;

*PSP2: Sony'nin, Nintondo DS2'nin duyurulmasından sonra, PSP2'nin yapımına başladığına dair söylentiler çıktı. Duyulanlar arasında cihazda iki adet GPU(Graphic Processing Unit), bir adet ön kısmında ve bir adet arkasında kamerala olacağı sadece birkaç yenilikten birisi. Ayrıca ekranın da dokunmatik olacağı söylentiler arasında.

*3D Monitör ve LED TV'ler hayatımıza yavaş yavaş girmeye başladı fakat fiyatları şu anda el yakmakta. 3D modelleme yapabilmesi için ekranların 120HZ'lik tazeleme yapmaları gerekiyor. Ayrıca 3D görüntüyü izleyebilmek için ekranlarla birlikte gözlük kullanılması gerekiyor. Ama dediğimiz gibi şu anda kulanım darlığı ve fiyat açısından satın alınması mantıklı değil. Hele ki LCD TV lerdeki bu fiyat düşüşü var iken.

* Hideo Kojima yeni bir Metal Gear oyunu ile karşımıza çıkıyor. Metal Gear Solid: Rising. Son oyunda Snake kafasına sıkıp :) intihar ettikten sonra bu oyunda RAIDEN ile yeni maceralara atılacağız. Oyunun XBox360'a da çıkacak olması grafikler konusunda Metal Gear 4'deki kadar iyi olmaması riskini taşıyor. Ayrıca Metal Gear Peace Walker adlı bir versiyonda PSP'ye geliyor.

1 Haziran 2010 Salı

Facebook' tayız :)

Artık facebook' ta da sayfamız var arkadaşlar. Grubumuza da üye olun. Kitlelere ulaşalım :)

Kış uykusu !

Yaz geldi ama ben ve sevgili blog yazarı arkadaşlarım kış uykusuna yatmaya karar verdik! Küresel ısınma bizi de vurdu anlayacağınız. Uzunca bir zamandır yazı yazamadık.
Sıcaklar da öyle bir bastırdı ki, insan pelte gibi oluyor, hiçbirşey yapası gelmiyor. Denize girmek dışında!

Bir ada gezisi planlıyorum daha da sıcak basmadan. Şöyle bisiklete binmeli, ağaçlar arasında gezinmeli, denizli güneşli bir ada turu. Yalnız bunların hangi adada yapıldığını hatırlayamıyorum. Heybeli Ada mıydı yoksa Büyük Ada mı?
Giden arkadaşlarım varsa bana bi söyleyiverebilirler mi acaba?

Geçen gün konuşuyorduk Murat'la. Acaba iş izinleri de okullar gibi 3 ay mı olsa? Olur mu olur!!!

Çocukken günlük tutmak...

Size de büyüklerinizin böyle bir baskısı olmuş muydu küçükken? "Günlük tut, gün içinde yaptıklarını yaz." Veya kendi isteğinizle günlük tuttuğunuz olmuş muydu?
Şu an  bu satırları yazarken bile gülmem geliyor :) Neden derseniz: Çünkü kendi yazdıklarım aklıma geliyor da ondan!
Tahminimce 8 yaşında filandım. Çok sevdiğim bir teyzem (kendisi öğretmendi.) bana günlük yazmamı önerdi hatta yanında bir de çok şirin bir defter aldı. Ben de o sıralar yaz tatilindeyim. Malumunuz ilkokulda yaz tatilleri hayli uzundu! Neyse, başladım yazmaya. Eminim tahayyül edebilirsiniz neler yazdığımı zira 8 yaşında bir çocuğun hayatında ne gibi aksiyon ve entrika olabilirse bende onları karalıyordum deftere. Hergün aynı şekilde başlayıp aynı şekilde biten tek paragraflık kompozisyon: "Bu sabah kalktım, kahvaltımı ettim, arkadaşlarımla sokakta oynadım, akşam annanem (!) çağırdı, yemek yedim, uyudum."
Arada değişik herhangi birşey olursa, doğru yoldan tek sapma o oluyordu: "Bugün Almanya'dan küçük dedeler geldi." gibi...

Gel zaman git zaman defter doldu. Bu anlattığım teyzemse bir gün okumaya kalkmasın mı! (Bu arada güya adı günlük ama tüm sırlarım ifşa ediliyor, herkes okuyor çünkü!!!) Bir de bakıyor ki deftere, sanki sayfa aralarına karbon kağıdı konmuşçasına her sayfa aynı :)

Bana günlüğün böyle tutulmayacağını, bu şekilde dümdüz yazılmaması gerektiğini söyledi o gün. Ancak daha evvel de belirttiğim gibi yaşım 8, ben hala daha anlayamıyorum günlük nasıl tutulur, saf saf teyzemin yüzüne bakıyorum!

Aradan yıllar geçti, yaklaşık 16 yaşına geldiğimde, günlük nasıl tutulur, içgüdüsel olarak öğrendim! Ama o zaman da, gerçekten gizli olması gerektiğinden, okunması riskini göze alamadığımdan (!) günlük tutmamaya karar verdim.
Keşke o ilk günlüğümü bulabilsem. Kimbilir nerdedir şimdi.
Ancak benim günlüğümden daha da hoş bir hatıra var elimde. Murat'ın okuma yazmayı ilk öğrenirkenki defteri!!! Ömer babamız saklamış. Bana verdi. İlk okuduğumda hem güldüm hem ağladım. O kadar güzel ki :)

Ama karar verdim, ilerde ben de çocuğumunkileri saklayacağım. Ona benden hatıra kalmalı...