29 Temmuz 2010 Perşembe

Karşı cins!

Herkes, kadın ve erkek hakkında herşeyi yazıyor. Ama ben bugün, farklı bir olaya değinmek istiyorum.

Neden film seçimi konusunda karşı cinsimle anlaşamıyorum acaba? Er kişi der ki, ille de aksiyon, ille de savaş filmi olsun! Bense romantik komedi ve dram konusunda tutturdummu tuttururum! Tartışmalar böyle başlar :)

Ben, tartışmaktan usanmış bir vatandaş olarak, son zamanlarda hayli kısa kesip, kendimi aksiyon ve savaş filmlerine vermiş vaziyetteyim açıkçası! Ama kotam doldu sanırım, çünkü daha fazla aksiyon kaldıramayacağımı anladım. Ve ne mi yaptım? Kendime yaklaşık 30 tane romantik komedi ve dram filmi aldım :) Hepsini, karşı cinsim olmadan izliyorum :) Çok gülüp, çok eğlenip, çok düşünüp, süper keyifli vakit geçiriyorum! Ooooohhhh :)

Dünya zaten çekilmesi zor bir hale geldi. Peki gencolar, neden kendinizi daha çok savaş, daha çok kasvetle, ölümle bilmemneyle sıkıyorsunuz? Eğlenmeyi bilelim arkadaşlar. Hadi ama!!!

Bugün izlediğim film: "Our Family Wedding." Hem ağladım hem güldüm diyebilirim :) Herkese tavsiye ederim bu filmi.

Aslında konusu çok klasik, daha önce belki bin defa işlenmiş bir konu. Ama oyuncular başarılı. Sahneler renkli ve zevkli. Sonu da oldukça komik.

Bu arada, bu yazım yanlış anlaşılabilir. Şöyle ki, ben sıkı bir bilim-kurgu ve aksiyon izleyicisiyimdir. Sadece herşeyi dozunda severim!!!
Aynı 30 romantik film gibi :)

27 Temmuz 2010 Salı

PS Eye Cam


Sezin bana evlilik yıldönümü hediyesi olarak, çok istediğim PlayStation için hazırlanmış EyePet oyununu aldı, yanlış hatırlamıyorsam Perşembe günü idi. Bu arada "Sendit" in hakkını yemeyelim, adamlar 4 günde göndermişler kargoyu! Neyse, akşam yemeğimizi yedikten sonra, geçtik hemen PS'in karşısına, açtık oyunumuzu.

Oyunun başında size zorunlu birkaç adım yaptırdıktan sonra, EyePet'iniz yumurtasından çıkıyor ve size ilk gülücüğünü atıyor. Hayvanı gerçekten de çok tatlı yapmışlar, şapşal bir havası var ama bir o kadar da sevimli :)
Şimdilik oyunda fazla ilerleyemediğimiz için, (oyuna ısınma aşamasındayız) fazla bir özelliği açamadık fakat hayvanımızı istediğiniz gibi giydirebilme, tüylerine şekil verebilme, yıkama, besleme ve bir kaç oyun ile vakit geçirebilme şansımız oldu. Oyunun konseptini gerçekten güzel hazırlamışlar. Hayvanınız uykuya daldığında sizinle beraber geçirdiği zamanların rüyasını görüyor ya da ona resim çizmeyi öğrettiğinizde bir bakıyorsunuz öğrendiği resimleri yere çizmeye başlamış :) 

PlayStation bu işe yeni yeni girdiği için, pek başarılı olduğunu söyleyemem aslında. Bazı durumlarda elinizi algılamada zorluk çekiyor ve istediğinizi yaptıramıyorsunuz, bu da sizi sinir edip oyundan soğumanıza neden olabiliyor. Hele oyunun başındaki yumurtayı elimizde yuvarlama kısmı, deli etmişti bizi.

Bu tarz oyunlarda şu an için Wii daha başarılı gibi gözükse de, Eylül ayında çıkması beklenen PlayStation Move, izlediğim videolara göre bayağı bir iddalı geliyor gibi duruyor...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Okul

Özlemişim :)

Uzun bir aradan sonra tekrar okula gidince, insan ne kadar özlediğini anlıyor. Ne tasasız günlermiş meğer, ekmek elden su gölden! Ama o zaman biz öğrencilere sorsalar, hayat ne kadar zor, ne sıkıcı, dersler, sınavlar... sayar da sayardık :)

İnsanoğlunun çözülemez sırrı; her zaman geçmişte yaşadıklarımıza kolay ve gülünç deriz. Ama o anda herşey çok zorlu gelir bize. Neden acaba? Zamanın, herşeyin ilacı olma muhabbeti mi desem?

İlkokulda, okula gitmek zordu, okuma yazmayı çözmek zordu. Ortaokula girmek zordu. Ortaokulda dersler zordu, keza lisede de. Lisede işin içine bir de üniversite sınavı girdi, hayat hepten zorlaştı! "Ah bir kapağı atsak şu üniversiteye" dedik. Attık da. Sonra ne oldu? "Bir bitirebilsek" dedik. Bitirdik, iş bulma çilesi.

Şu an ev geçindirme derdiyle baş etmemizden mütevellit, üniversite hayatı birden gözüme çok cazip görünmeye başladı :) Ama bir gerçek var ki, çok eğleniyorduk arkadaşlarımızla. Çok güzel günlerdi. Geri dönme fırsatınız olsa döner miydiniz?

Ben dönerdim :)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Dubai'de yaşamak ister miyiz?

Burada daha önce Dubai'den bahseden oldu mu hiç acaba? O zaman ben bahsedeyim.

Mart sonunda, tatil amaçlı, Dubai'ye gidelim dedik. Orada hava yaklaşık 35 dereceydi. Yani denize girilebilecek bir havaydı. Tahmin edersiniz ki, Murat'ın asıl amacı elektronik alış-verişi, benimse denize girmekti. Neyse biz yerleştik otelimize. Doğruca kendimizi alış-veriş merkezine attık.
Orada genellikle taksi kullanılıyor. Biz de bindik taksiye, gittik en yakın mall'a.

Bir kere, hava ne kadar sıcak olursa olsun, alış-veriş merkezlerinin içi harika! Klimalar son sürat çalışıyor, dolayısıyla siz sokağa çıkmadığınız sürece sıcağı hissetmiyorsunuz. Ve en ufak alış-veriş merkezi bile, bizdeki en büyüklerden daha büyük diyebilirim. Elektronik fiyatlarıysa, hiç söylendiği gibi ucuz değil, hatta birçok üründe kazıklandığımızı anladık İstanbul'a döndükten sonra!!!

Alış-veriş merkezlerinin içinde, yanınızdaki kocanız bile olsa, öpüşmek, sarılmak, taşkınlık yasak! Ciddi de yaptırımları var :)

O, heryerde gördüğümüz yapılar ise, söylendiği kadar muhteşem. Parayla yapılabilecek ne varsa şu dünyada, adamlar yapmış! Daha da ötesi başka yerde yok. Hem de tam manasıyla!
Bunun dışında anlatılabilecek enteresan ne var?
En ilgi çekici olay, bana göre şehir metrosuydu. Vatman olmadan çalışan tamamen elektronik metro. Kim nerede inecekse, bilet alırken görevli soruyor. Ve örneğin C durağında kimse inmeyecekse, metro durmuyor.
Bunun yanısıra, metro durakları kapalı ve içeride delicesine klima çalışıyor. Ancak su bile içmek yasak!
Hatta biz bilmeden su içerken, kara çarşaflı, yoğun makyajlı ve yüksek topuklu ayakkabılı bir Arap hatun - sonradan metronun sorumlusu olduğunu anladığımız - bizi oldukça sert bir dille uyarıp, bir de tehdit etti :)

Metro yerden baya yüksekte gidiyor. Böylece siz tümşehri görebiliyorsunuz. Bu da hoş bir ayrıntı.

3. gün, denize gitmeye karar verdik. Tesis güzeldi fakat memleketimi aramadım değil :) Deniz temiz ama hiçbir zaman Bodrum'un yerini tutamaz bana göre.

Gelelim yemeklere. Bildiğimiz, tüm dünyada aynı hizmeti veren Pizza Hut bile mi bu kadar kötü olur? Yemekler korkunçtu. Marketten poşet çay aldık, herkesin bildiği Lipton, o bile kötüydü! Allah'tan gümrük diye bir hadise var, aldığımız içkiler baya işe yaradı :)

Ve anlatabileceğim son ilginçlik; Uçak kalkmadan önce, uçağın içindeki hoparlörlerden önce dua okunuyor. Ondan sonra kaptan pilotunuz konuşuyor! Bu tüm arap havayollarında böyleymiş, sonradan öğrendik :)

Bir tek, hava bukadar sıcak olduğu günlerde, oradaki yaygın klima olayı beni cezbediyor açıkçası. Çünkü bu günlerde sokağa çıkmak zorunda olup, bir de yürümek zorunda kalan varsa beni çok iyi anlıyordur sanırım, sıcaktan kavruluyoruz resmen :) Etlerimin ızgarada kızardığını hissediyorum!
Bunun dışında çok da bir numarası yok Dubai'nin. Zaten Arap da göremedik. Zira hiçbiri çalışmıyormuş. Sokakta da dolaşmazlarmış. Sadece toprağına kadar mülk kiralayıp, paralarını yemeyi biliyorlarmış :)

Oooohh, tatlı hayat! :)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Yine çok hoş bir alıntı...

CHE GUEVARA 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde, sırt çantasından“Atatürk’ün Büyük NUTKU’nun” çıktığını;


FİDEL CASTRO'nun 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den, ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla  "Atatürk'ün Büyük NUTUK Kitabını" istediğini, Ve "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini;

1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen MAO'nun ilk sözlerinin  "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm" olduğunu;

Yunan başkomutanı TRİKOPİS`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan, her Cumhuriyet Bayramı'nda Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu;

1938'de, General MC ARTHUR'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye  "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini;

1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde,
"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse, başına Mustafa Kemal gibi lider getirir." denildiğini,

BİLİYOR MUYDUNUZ?

15 Temmuz 2010 Perşembe

İstanbul gecelerinin perde arkası!

Yaz geceleri demişken, sıcaklar da fena bastırdı! Benim de tuhaf fantezilerim aldı başını gidiyor!
Mesela bu aralar en çok üzerinde durduğum, küçük odaya havuz yaptırmak :) Ne bileyim şöyle 3*3 m boyutlarında, kenarları geniş (üzerine içtiğim kokteyli koyabileceğim) mütevazı bir havuz!

Akşamları yatmadan önce, mümkünse suyunu 10 dereceye düşürüp, sonrada donarak uykuya dalabilirim örneğin. Hiç değilse rüyamda cehennem ateşinde yandığımı görmeden, huzurla uyuyabilirim!

Ya da daha az masraflı bir fantezi: Yatağım kendinden soğutmalı olsa. Hani şu araba koltukları var ya, ısıtmalı. Hah! İşte aynı onun gibi soğutmalı olabilir.

Kışın sıcacık yatağa gömülüp, kitap okuma hayalleri kurduğumuz yatak odalarımız, yazın bizi dışarı tüküren birer ejderha olabilir mi?

Yaza devam, kavrulmaya devam. Canım İstanbul !!!

İstanbul geceleri...


Bundan 2-3 sene evvel, İstanbul'un gecelerine aşıktım. Gündüzleri yapmam gereken işlerimi yapar, adeta gece yaşamaya başlardım. Çok az uyur, çokça gezerdim. En sevdiğimse, arabayla biryerlere gitmekti.

Bu yaşadığımız şehirle alakalı olabilir mi acaba? İstanbul, Dünya'da eşine az rastlanır güzellikte bir şehir bana göre. Yaşanmaya değer bir şehir. Ama geceleri başka bir huzurlu olmuyor mu sizcede?

Sinemaya gitmekten tutun, arkadaşlarımla kahve içip sohbet etmeye kadar aktif olabiliyordum gece yarısı. Sabahlara kadar uyumayıp, gezip dolaştığım oluyordu.
Şimdi mi? Şimdiyse geceleri genellikle rüyalarda buluşuyoruz :) Ama yine de mevsim yaz, enerjilerimiz kışa göre daha bir fazla. Özellikle sıcağın ve güneşin çekildiği akşam vakitlerinde.

Çok yaşlı sayılmasam da, eskiye göre yaşlandım sanırım çünkü o günleri özler oldum!!! (Yaşlanmanın ilk ve en sinsi belirtisi :) Hayatta kayda değer bir sıkıntı olmadan herşeye gülebilmek güzeldi. Şimdi daha ağır takılıyoruz, tabiri caizse! Muhabbet konularımız bile değişiyor yavaş yavaş.
Okullar bitti, herkes ayrı taraflara dağıldı. Artık eskisi gibi, tüm arkadaşlarımızla birarada olamıyoruz. Biraraya geldiğimizde de, daha tadına doyamadan zaman tükeniyor.

Olsun, yinede İstanbul'dayız. Bu şehir bizim. Sevdiklerimizle beraber hayatı yaşamaya bakalım, sabahlar olmasın! :)

12 Temmuz 2010 Pazartesi

hediyesecmece.com :)

Ben yine fikir üretmeye devam ediyorum! Zaten bu fikirlerin hepsini kendim uygulamaya kalksam, çok geniş meslek sahasına istihdam sağlarım diye düşünmekteyim açıkçası :)

Fikir şu: Sevgilisine, arkadaşına, eşine, akrabasına hediye almak isteyen ama aynı zamanda çok özel ve özgün olmasını isteyen insanlar için -atılgan ve girişimci arkadaşlarıma sesleniyorum!- hediyesecmece.com diye bir internet sitesi kurun! Bu isim alınmamış, benden size armağan olsun. Siteyi kurun ve sonra bana, bu kayıt altında mesaj yollayın ki faydalanalım.

Bu da nereden çıktı diyenlere; özel günlerimiz oluyor. Biz kız kısmısı, erkeklere gömlek, kravat almaktan bıktık değil mi? Gerçi ben sevgilimin bitmek bilmeyen istekleri sayesinde, hediye almakta hiç zorluk çekmiyorum. Kız tarafı olarak da, sonsuz pırlantaya her zaman açığım ;) Ancak zorlanan arkadaşlarım var, biliyorum.
İşte tam da bu yüzden, böyle bir internet sitesine ve cin fikirlere ihtiyacımız var. Emsalleri mevcut ama tümü bilindik numaralar. Yok fotoğrafınızdan puzzle yaptırmalar, yok bardaklara isim yazmalar...
Bunlar eskidi gençler, bizim yeni fikirlere ihtiyacımız var!

Ederini karşı tarafın gözüne sokmadan, onu düşündüğümüzü belli edecek hoş jestler. Ne dersiniz? Biriniz yapar mı? Ben beklemedeyim haberiniz olsun :)

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Nikah salonunda çekilen fotoğraflar!!!

Dedim ya, az önce nikahtan döndük diye. Hepimiz biliriz, gelin ve damatla fotoğraf çekilir, hemen akabinde fotoğrafı alabiliriz. Yani bir nevi şipşak.

Şimdi benden size ilginç bir araştırma sonucu: Kadıköy Evlendirme Dairesi ve Maltepe Kültür Merkezi'nde fotoğraflar 10 lira. Kartal Bülent Ecevit Kültür Merkezi'nde 8 lira. Bugünkü nikah Pendik'teydi. Pendik'te ise 5 lira!!!

Kıssadan hisse: Eğer o dandik fotoğraflara - zira iğrenç çıkıyorlar! - çok para vermek istemiyorsanız, saydığım yerlerdeki nikahlara gitmeyin. Çünkü tahminimce Gebze Evlendirme Dairesi diye bir yer varsa eğer, ya da Tuzla, oralarda fotoğraflar bedava olmalı!!!

Karar sizin :)

Ve kuş yuvadan uçar...

Şimdi Murat'la bir akrabanın nikahından geldik. Bir çift daha, o zorlu yola koyuldu. Bu zamana kadar hep düğünden, alış-verişten bahsettik ama işin bir de perde arkası var. Ben henüz yeni evli sayıldığımdan, hala daha o durumu atlatabilmiş değilim. Durumsa; kuşun yuvadan uçması meselesi.

Dün akşam çok sevgili arkadaşım Gökçe ile sohbet ederken birşey söyledi: Hepimiz önce annemiz, babamız ve kardeşlerimizle bir aileyiz ama evlendikten sonra başka bir aile kuruyoruz, ailemiz değişiyor. Herkes ister istemez, az da olsa kopuyor. Bu evlilik meselesinin en hüzünlü, belki de tek hüzünlü boyutu.

Bu yazıyı yazmaya karar verdim çünkü facebook'ta Andrea Bocelli' nin bir konser kaydını izledim. Bilmiyorum bilirmisiniz bu adamı. Bu İtalyan beyefendi, dünyanın en ünlü tenorlarından. Kendisi kör. Ve işinde inanılmaz başarılı. En önemli parçalarından biri "Melodrama". Benim babamın en sevdiği parça.

Bu konser kaydını izlerken içim burkuldu, hüzünlendim birden. Çünkü artık hayatlarımız değişti. Hiçbir zaman babamın küçük kızı olamayacağım artık. Kendi ailem var, her an genişlemeyi bekleyen! :) Ama eskiye dönüş yok maalesef.

İşte evlenmenin bir de böyle bir tarafı var. Ben kendim evlenirken ağlamadım ama kendimi tutmak için gösterdiğim çaba Oscar ödülüne layıktı doğrusu!
Bütün kuşlar bir gün yuvadan uçuyor. Umarım her kuşun uçtuğu yuva da, çıktığı kadar güzel olsun...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Mektup yazmak...

Şimdi bir arkadaşıma e-posta (!) atıyordum ve aklıma mektup yazmak geldi. Dünkü yazımda da söylemiştim, eskide kalanları özlüyoruz diye. İşte şimdi, mektup yazmayı özlediğimi anladım :)

Eskiden, bilgisayarlar yokken (yaşlandık mı ne?), telefon vardı ve mektup vardı. Benim akrabalarımın çoğu, bilenler bilir, Gelibolu'da yaşarlar. Dolayısıyla ben, kuzenlerimle ancak telefon vasıtasıyla haberleşebiliyordum.
Ancak hepimiz birer çalçene olduğumuzdan, telefon faturaları bir süre sonra gereğinden fazla kabarmaya başladı. Ama gelin görün ki, birbirimize anlatacaklarımız bitmek bilmiyordu!

Sonra bir gün, en sevdiğim kuzenim Çağlar ve ben, birbirimize mektup yazmaya karar verdik. İlk mektubu o yolladı. Sayfalar dolusu! :) Sonra ben. Sonra cevaben o.
Derken biz yaklaşık 2 sene boyunca mektuplaştık. Hayatımda okuduğum ve yazdığım en keyifli ve en komik mektuplardı! Hem istediğimiz herşeyi yazabiliyorduk, hem de haberleşmek için en ucuz yolu bulmuştuk, PTT saolsun!

Sonra biz büyüdük ve faks denen olayı keşfettik! Uzunca bir süre de faksla haberleştik. O daha keyifliydi tahmin edersiniz. Çünkü mektup beklemek çok zevklidir ama bunda hem bekliyorduk, hem de az zaman bekliyorduk.

Sonra biz artık iyicene büyüdük, ve bilgisayarlar hayatımıza girdi. Mektup ve faks devri de böylelikle kapanmış oldu. Ama çok akıllı bir insanım ki, o mektupları hala saklıyorum. Arada da açıp okuyorum ve çok gülüyorum :)

Siz de benim gibi özlediniz mi mektup yazmayı? Şimdi artık e-posta var. Yerini dolduramaz ama idare ettirmeye çalışıyoruz :) Bu yazım, canım Çağlar'ıma olsun. Anılar anılar...

Not: Bundan bir 10 sene sonraki halimi varın siz düşünün :) Yaşlılığımı ise bence hiç düşünmeyin !!!

6 Temmuz 2010 Salı

Galata, Taksim ve Tramvay...

Geçen hafta çok yakın bir arkadaşımla, daha önce çok fazla gezme fırsatı bulamadığım Galata'ya gittim. Ve neler kaçırdığımı gördüm.
   Her ne kadar yağışlı bir hava olsa da, hatta biz şemsiyelerimiz olmadan çıplak ayakla dolaşıyor olsak da, çok hoş bir gün yaşadık.

  Hep Taksim'e, İstiklal Caddesi'ne gideriz de, aklımıza Cihangir taraflarını dolaşmak gelmez. Asıl tarihin, o sokaklarda yaşadığını söylemeden geçemeyeceğim.

Seyahatimiz (!) öncelikle nostaljik tramvay ile başladı. (Bin yıldır gittiğim Taksim'in arka taraflarında kaybolduğumu saymazsak tabii! Gerçi HaberTürk'ün binasıyla tanıştım!)

Küçükken binip binmediğimi hatırlayamasam da, kendimi ilk kez binmiş gibi hissettim. Hafta içi erken bir saat olmasından ötürü, tramvay neredeyse boştu. Çok keyifliydi, gülümsemekten ağzımı toparlayamadım, birazcık da köyden indim şehire havası yarattım :)

Daha sonra Tünel Durağı'nda indik. Aşkımın müzikal enstrümanlara düşkünlüğü sebebiyle, daha evvel çokça oralarda bulunmuştum! Pek yabancısı sayılmam yani!
Galata Kulesi'ne doğru yürümeye başladık. Olmazsa olmaz yağmurumuz da, müthiş gök gürültüleriyle başladı!

Yayan olduğunuzda herşeyi daha farklı görüyorsunuz. Arabayla giderkenki gibi olmuyor. Dolayısıyla biz de, muhteşem tarihi eser binaları ve eski sokakları görme fırsatını yakalamış bulunduk.
Tahmin edemeyeceğiniz kadar çok butik var. Artık insanlar mağazalardan alış-veriş yapmayı bırakmaya başlamışlar sanırım, çünkü benden başka herkes bu butiklerden haberdarmış!

İkinci el satan butikler, tasarımcıların butikleri, çokça enteresan, aklınıza gelmeyecek eşyalar üretenler... İçeriler cıvıl cıvıl. Bazıları gerçekten tasarımcılar ve tasarımdan anlıyorlar. Bazılarıysa ebeveynlerinin onlara sundukları iş imkanı sayesinde mağaza içinde dolanan yeni yetmeler.
Dükkanlar avuç içi kadar, bizim görmeye alışkın olduğumuz, örneğin bir Dolce&Gabbana gibi ferah değil. Ama insana kendi köyünü hatırlatan bir havaları var!

Ayaklarımızın yürümekten su toplaması sonucu, saatler sonra küçük seyahatimiz tabiiki Balık Pazarı'nda son buldu. Senelerdir Murat ve ben, Taksim'e gidip de bir tek şeyi yapmadan dönemeyiz: Kokoreç, bira, midye :)
Bu sefer muhteşem üçlüydük ve harika bir akşam yemeğinden sonra evlerimizin yolunu tuttuk.

Hiç değişmeyen şeyler de kimi zaman güzel olabiliyor. Mesela Taksim, Çiçek Pasajı, Balık Pazarı gibi. Ömrümüzün sonuna kadar yaşamak isteriz. Özellikle de nostaljik tramvayı :)

Grand Turismo 5

Grand Turismo serisini oyun oynayan herkes, oynamayan da çoğu kişide bilir. Aslında Grand Turismo’ya oyun demek birazcık garip oluyor çünkü bu yapımlar gerçekten simülasyon çizgisine biraz daha yakın. Grand Turismo 5’in yapımı yaklaşık 4 yıldır sürmekte ve hala devam etmekte, fakat oyunun 2 Kasım 2010’da satışa çıkacağı resmi olarak duyuruldu.

Serinin 5. oyununda ilk defa hasar modellemesi kullanılacağı ve gerçeğe çok yakın olacağı söylenmekte. Gerçeğe yakın derken, hızınıza ve vuruş açınıza göre hasar modellemeleri kullanılacak ve hasarın sadece aracın dışında değil, aynı zamanda içinde de olacağıdır.

Oyunda yarışabileceğimiz 20 pist ve 950-1000 adet farklı otomobil bulunmakta. Lamborghini ve Bugatti’yi ilk defa bir Grand Turismo oyununda göreceğiz. Grand Turismo 5’te bir diğer yenilik ise oyunda tek bir yarış düzeni bulunmaması. İçerik olarak Ralli, Nascar ve Lemans yarışları da oyuna dahil edilmiş.

Grand Turismo 5, tam anlamıyla PS3’ü ve PS ekipmanlarını tamamen kullanabilecek şekilde geliştirilmiş. Şöyle ki, eğer bir PS Eye’ınız varsa (PS kamerası) oyunda face-movement özelliğini kullanabilirsiniz. Bu ne diye soracak olursanız; kafanızı sağa, sola ya da arkaya çevirdiğinizde, aracı kullanırken sağınızı, solunuzu ya da arkanızı bu hareketler ile görebileceksiniz demek. Bir başka özellik ise PSP ile gelmekte. Oyunu oynarken PSP ile PS3’ünüzü eşleştirirseniz, PSP ekranını, dikiz aynasını, kadranı ya da pistin haritasını görüntülemek için kullanabilirsiniz.

Polyphony Digital’ın yaptığı açıklamaya göre, oyunun 3D destekli olacağı ve PS Move ile aracı kontrol edebileceğiniz yönünde de bilgiler gelmekte. Bundan sonra bize kalan, oturup oyunu beklemek olacaktır. Görüşmek üzere...