12 Şubat 2012 Pazar

Ooooo Yooooo!!!

  • Televizyonun uzaktan kumandası kirlenmesin diye etrafına streç film sarmak,
  • Içine çiçek ekerim diye biten yoğurt kabını yıkayıp saklamak,
  • Berjerlerin sırtına, ev telefonunun üzerine, televizyonun üzerine ve hatta teknolojinin gelişimiyle birlikte bilgisayar monitörüne dantel örtmek,
  • Gece tırnak kesince, ıslık çalınca, sakız çiğneyince şeytanları çağırmak, hatta gündüz sakız çiğneyince sakallarının çıkması, hatta ve hatta kahve içince kara kız olmak,

1 Mayıs 2011 Pazar

Likör ve Türk Kahvesi...

   Son zamanlarda sardırdığımız yeni sevdamızdan bahsedeyim biraz da. Son birkaç senedir, vişne likörü yapıyorduk zaten. Ama bundan birkaç ay önce limon likörü yapmaya karar verdim. Türk kahvesinin yanında güzel gider diye düşündüm. Öyle de oldu veya ben öyle olduğunu zannediyorum!
  
   Likörün yapımı 1 ay kadar sürüyor. Neyse ben ilk şişeyi denedim, likör oldu, hatta çok da güzel oldu. Daha doğrusu Murat çok sevdi ve her kahvenin yanında içmek istedi. Ben tabii, bu duruma pek keyiflendim ve herkese ikram etmeye başladım. Ancak insanlar beğenerek mi içiyor yoksa mecburen mi içiyor bilemiyorum. Ama duruma bakılırsa, 3 ayda şişelerce likör bitmiş vaziyette! Satmaya mı başlasam acaba???

   İçmeyen arkadaşlarıma tavsiye, bence bir an evvel denemelisiniz. Yalnız tarifini vermem bilmiş ola!!!

Siyah araba dert mi demek?

   Bundan birkaç ay evvel, çok sevgili kuzenimiz Çağlar Efendi kendine bir siyah araba aldı. Ben de acemi şöförü merak ettiğim için, iki günde bir aramaya başladım. Fakat gördüm ki ne zaman arasam, vatandaşın arabası yıkamacıda!!! Soruyorum neden diye, cevap hazır, 'çok tozlanıyor!'.
   Murat'la az dalga geçmedik aramızda. Çocuğun arkasından güldük, eğlendik.

   Sonra birgün, bundan yaklaşık 10 gün önce olan gün, kendimize yeni bir siyah araba aldık. Yazının sonunu tahmin eden var mı acaba? =) Ben kendi adıma konuşayım, istikrarımı koruyorum! Ancak, o kuzeniyle dalga geçen Murat var ya, nerdeyse hergün araba yıkatmaya kalkacak! Sebebiyse, çok tozlanıyor olması!!!

   Benzin çok pahalılandı diye dizel araba alalım dedik, şimdi de benzinden çok yıkamaya para veriyor olabilir miyiz acaba? Aaaaahhhh, bizi çok neşeli günler bekliyor =)

   Not: Bu arada biraz sonra bizim aşağıdaki yıkamacıya gidiyoruz. Gelen varsa birer çay içelim!!!

29 Nisan 2011 Cuma

KÖR ÖLÜR BADEM GÖZLÜ OLUR !!!!!!!!

Bloglar kapatıldı diye karalar bağlamıştım. Halbuki kapatılmadan önce kaç aydır yazmıyordum acaba????
Yarın koccamann bir yazı yazacağım. Here we go again =)

8 Kasım 2010 Pazartesi

Pazar Kahvaltısı

   Geçtiğimiz Pazar sabahı, dört arkadaş, kahvaltı için sözleştik. Bu sefer farklı bir yere gidelim dedik ve Rumeli Hisarı'nın oradaki yerlerden birini teklif etti arkadaşımız İnci. "Peki" dedik, "öyle olsun". "Yeri bulabilir misiniz?" diye sordu İnci, biz de "Tabii buluruz canım, alt tarafı sahil yolu" diyerekten havalara girdik!
   Neyse, biz Pazar sabahı, Murat, Sinan, ben, bizim apartmanın önünde toplaşmaya karar verdik. Ama bekleriz Sinan gelmez. Bir arayalım ki, Bağdat Caddesi trafiğe kapatılmış, zavallım üst taraflardan kendine yol bulmaya çalışıyormuş. Yarım saat rötarla çıktık yola. Karşıya sorunsuz geçebildik ve sahile indik. Başladık sahil boyunca gitmeye. Gidiyoruz gidiyoruz, yol bitmek bilmiyor. İnci'yi arıyoruz, "Evet doğru yoldasınız" diyor, biz de devam ediyoruz gitmeye. Ancak bir türlü ulaşamıyoruz. Bu arada İstanbul'da yaşayan her vatandaş mı oraya kahvaltıya gider? Trafik felç. Ennihayetinde bir saat kadar gidip, bir yere sormaya karar veriyoruz. Peki adam ne dese beğenirsiniz? "Siz bir 30 km kadar ters gelmişsiniz, geri dönün!!!"
   Arada geçen konuşmaları, didişmeleri(!) es geçerek, sadede gelmek istiyorum :) Biz tam 2 saat rötarla kahvaltı yerine varabildik. Kızcağızı da 2 saat yalnız başına bekletmiş olduk. Oturduk ve menüde görebildiğimiz her çeşit kahvaltılığı sipariş ettik! Biraz karınlar doyunca, etrafa bakınmak aklımıza geldi! Önümüzde alabildiğine deniz manzarası. Gerçekten çok güzeldi. Şansımıza da bir gün önce sel götüren yağmur aralık vermiş, parlak güneş yüzünü göstermişti.
   Mekan Rumeli Hisarı'nın hemen yanında Lokma adında bir cafe. Çok kalabalıktı, o yüzden servis biraz yavaştı ama keyifli geçtiğini söyleyebilirim. Zaten kalktığımızda hava kararmıştı. Biraz yürüyüş yapalım dedik ve Sinan'ın aklına waffle yemek geldi. Biz yürüdük Bebek'e doğru. Aldık wafflelarımızı ve daha ilk dakikada, ben yarısını üzerime döktüm. Sağolsun Sinan abim üzerimi temizledi de, normal hayatımıza devam edebildik!
   Bu arada yalı dairelerini ve yatları da çok beğendik. Murat ve Sinan hemen birar tane almaya kalktılar! :) Neyse ki durdurabildim!!!
   Bir Pazar da böyle geçmiş oldu. (Hep Pazar aktivitelerinden bahsediyorum, gözümden kaçmadı :)

4 Kasım 2010 Perşembe

Yazmayalı Çok Olmuş:)

   Evet arkadaşlar, uzun zamanı yazmadan geçirmişiz. Eh, artık vaktidir, birşeyler karalamak lazım. Geçtiğimiz zaman zarfında neler oldu, komik olaylar yaşadık mı, bir bakalım.
  
   Öncelikle, olmayan domateslerimden bahsetmek isterim! Beceremedim!!! Çok mutsuzum çünkü pazarcılarla yüzgöz olmaya devam etmek durumundayım! O, "Sizin domatesinize kalmadık!" durumum, yersiz gururum ve artistliğim sönmüş vaziyette :) İşin kötü tarafı, bahçeye ektirdiğim 6 fidem de domates verdi fakat ben bir tanesini bile yiyemeden herkes kemirmiş. Millette de ne göz varmış arkadaş!
  
   İkinci konum ise, güzel memleketim Gelibolu. Çocukluğumdan beridir gitmeye bayıldığım, her sokağını koklayarak gezdiğim kasabam. Bu seferki gezi biraz mecburiydi. Ama çok güzeldi, her zamanki gibi. Bunda ne komiklik var diyenlere gelsin o zaman:
   Hiç köye veya kasabaya gideniniz var mıdır bilmem ama, durumu kısaca özetlemek gerekirse, köy yeri doğaldır. Nasıl doğaldır peki? Şöyle; herkes birbirini tanır, hatta birbirinin ailesini tanır, kim ne yapmış, dün ne olmuş bilir. Zaten bilmese de zorla bildirilir, zira "Belediye Anonsu" diye bir kavram vardır köylerde! Sabah saat 8 sularında "Günaydın" diyerek başlar ve gün içinde de yerli yersiz ne olduysa, köy eşrafında neler dönüyorsa, sık sık anonsu yapılır. Dolayısıyla, köyün her yerine yerleştirilen, hayli yüksek sesli kolonlar sayesinde, kulaklarınızı tıkasanız dahi duyarsınız! Gerçi bir süre sonra bu duruma alışıp, "Aaaa bak ne olmuş!" şeklinde nida atanlarımız da görülmüştür:)
   Neyse, doğaldır dedik ya, bu sefer gittiğimde, güzel Gelibolumun bir güzelliğine daha şahit oldum. Oldukça espritüel bir Batı toplumu olan Gelibolulular, yine yapmışlar yapacaklarını!
   Bu, bir ayakkabıcı dükkanının kapısında asılı duruyordu! Oradaki kadim gezme ve içme arkadaşım Bülent eniştemle yürürken, ben farkedemeden eniştem farketti. "Bak bak ne yazmış kapısına" diye gülerek bana gösterdi ve gerçekten çok eğlendim. Dükkan sahibine dedim ki, "Bunun fotoğrafını çekmem lazım!". Peki o bana ne dese beğenirsiniz? "Çek abla ve lütfen facebook'a da koy! Bıktım artık vallahi!" =) "Tamam" dedim adama ve ilk önce burada paylaşıyorum! (Yalan, önüme gelen herkese gösterdim!!!)

   İşte köy yeri böyle birşey. Eti, sütü, sebzesi, meyvesi, içkisi ve hatta içmesi heryerden daha güzel. En çok da ne mi güzel? Midye dolması. Her seferinde sokaklarda aradığımız, arabasıyla gezen ve karısının yaptığı midye dolmaları satan İlyas Usta, artık yeni yerinde hizmetimizde! Koşarak gittim ve 40 tane sipariş ettim. Dedim ki, İstanbul'a götüreceğim, çok önemli sipariş, unutma sakın. Son gün almaya gittim, aldım, İstanbul'a bir geldim ki, içinden 50 tane çıktı! Bana hediye etmiş:)

   Atatürk boşuna dememiş, köylü milletin efendisi diye. Çok efendiler ve bir o kadar da tok gözlüler. Sıcakkanlı ve misafirperverler. Eh, bu kadar övdüğüm yeter, bana artık gitmek düşer=)
Hayırlı günler =)...

28 Eylül 2010 Salı

Veli Efendi !

   Pazar günü yapılabilecek aktivitelerin en zevkli olanlarından birini, bu hafta biz yaptık! Veli Efendi' ye at yarışlarını izlemeye gittik =)
  
   Çok uzun zamandır gitmek istiyordum zaten, ama bir fırsatını yakalayamamıştık. Öğleden sonra arkadaşlarımızdan gelen bir telefonla, 15 dakika içinde hazırlanıp kapıya çıktık! Elimizde bir gazete, yolda kendimize atlar seçtik ve hayatımızda ilk defa altılı ganyan oynayalım dedik!

   Mekan 60 yıl önce nasıl yapıldıysa, şimdi de aynen öyle. Kendinizi adeta bir Türk filminde gibi hissediyorsunuz :) Bizim gittiğimiz gün, kuruluş yıldönümüydü. Dolayısıyla çok kalabalıktı. Locada yerimizi aldık, seçtiğimiz atlara paraları yatırdık ve soframızı donatıp, başladık yemeğe ve içmeye :)

   Atları izlemek ve o heyecanı yaşamak, gerçekten çok keyifli bir olaymış. Hele de seçtiğiniz atlar üstüste kazanıyorsa. Tabi başlasın hayaller! Para kazanınca, o parayla ne yapmak lazım :) Ancak sporun kısa sürmesi neticesinde, hayallerimiz de kısa sürmek zorunda kaldı.   3. ayakta yatınca, hayallerimize birden veda ettik :)

   Benim için güzel bir gündü. Hatta biraz da binebilseydim, çok daha güzel olurdu :) Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık. Yarış sonunda da Funda Arar konseri vardı. Konserlerden nefret eden ben bile (!) şarkılara eşlik ettim :) Sanırım çok geçmeden bir daha gideceğim!

25 Eylül 2010 Cumartesi

Bilgisayar Mühendisliği Tarihçem :)

Hatırlıyorum da ilk okul 4. sınıfa gidiyordum ve babam bana ilk bilgisayarım olan Escort 386 DX-40'ı almıştı. O zamanlar böyle Windows falan yoktu; bilgisayar açıldığı gibi dos 5.0'da karşına çıkardı. Eleman gelir 3-5 tane oyun yükler giderdi :) "c:\" da "lotus" yazardım "Lotus" denilen bence o zamanların en güzel yarış oyunu açılırdı, hem de iki kişilik oynanabiliyordu. Sonraları Pendik'te Berker abinin bilgisayarcısına gidip disket disket oyun alır onları bşlgşsayara yükleyip oynardım. İlk bilgisayarla tanışmam böyle olmuştu.


3 yıl sonra Pentium 133'üme kavuştum. 12x CD-Rom,32 GB Ram ve 3DFX kartı vardı. Bilgisayarı ilk aldığımızda çıkan sorunlardan dolayı devamlı olarak teknik servisten birileri geliyor ve bilgisayarın kasasını açıp birşeyler yapıyorlardı. Tabiki o zamanlar ne yaptıklarını anlamıyordum ama bu iş oldukça ilgimi çekmişti. Onlar gittikten sonra bende kasanın içini açıp, ne nereye nasıl takılmış deyip, parçaları söküp tekrar yerine takıyordum. Bilgisayarlar hakkında dergiler alıp birşeyler öğrenmeye çalışıyordum. Bir süre sonra oldukça fazla bilgi öğrendim ve bundan dolayı tabiki istekler arttı, çünkü okudukça teknolojinin ilerlediğini, yeni sistemlerin piyasaya çıktığını öğreniyordum.

Lise 1'e başlamadan önceki yaz babama ben bilgisayar almaya gidiyorum deyip soluğu Kadıköy'de almıştım. Fakat bir türlü aradığım sistemi bulamadım ve fiyatlar gerçekten gereksiz pahalıydı. Sonra "Yazıcıoğlu" diye bir hanın içine girdim. "Aman Allah'ım burası cennet" dedim :) Adamlar bilgisayar değil, bilgisayar parçaları satıyorlardı. Dükkan dükkan gezerek ordan bir parça burdan bir parça toplaya toplaya bilgisayar için gerekli herşeyi aldım. Unutmadan, ilk defa korsan yazılım olarak da Windows 98'imi aldım :)

Eve geldiğimde babam "hani bilgisayarın nerede?" dedi, ben de ellerimdeki poşetleri göstererek "işte burada" dedim. Neyse ben odama kapanıp yaklaşık 1 saat uğraştıktan sonra bilgisayarı bir araya getirdim. Düğmesine basıp açıldığını görünce havalara uçtum :) Sıra geldi bir sonraki aşamaya, ilk defa "Windows"u kuracaktım. Bu iş sandığımdan uzun sürdü çünkü iş Windows'u kurmakla bitmedi. Kutuların içinden birçok CD çıkmıştı. Sürücüleri yüklemem epey bir zamanı aldı. Sonuçta bu işide başarıp yeni aldığım oyunu bilgisayarıma kurup keyifle oynadığımı ve "vay bea nasıl yaptım ama" diye böbürlendiğimi çok iyi hatırlıyorum. İşte o zaman Bilgisayar Mühendisi olmaya karar verdim.


Üniversiteye başladığım da işin renginin farklı olduğunu gördüm. İlk dönemde tanıdık şeyler vardı, bilgisayar parçaları nasıl çalışır ne işe yarar falan filan. Ama ikinci dönemde derse girdiğimde hoca mavi bir ekranda birşeyler yazıyordu. "Bu ne lan" dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Hocamız bu ekranda hiç anlamadığım şeyler yazıp programı çalıştırdığında, iki tane sayı yazıp "Enter" tuşuna bastı ve bilgisayar iki sayının toplamını ekrana verdi. Zaman ilerledikçe bu işin yeni bir dil öğrenmeye benzediğini anladım. Üniversiteyi okurken birçok program yazmıştım, fakat birşeyler öğrendiğimden ya da tek başıma karar verip bir program yazabileceğimden hiç emin değildim. Üniversitede bize sadece "C" ve "Java" öğretmişlerdi. Bunlardan "C" zamanını doldurmuş bir yazılım diliydi. Mevzun olduktan sonra "tamam Bilgisayar Mühendisi oldum ama ben ne bok yicem!" diye düşünmeye başladım. Daha sonra gazetede bir ilanda gördüğüm ve "Bilge Adam Yazılım Kursu"na katılmaya karar verdim. Kursta zaman ilerledikçe üniversitede aslında birçok şey öğrendiğimi fakat farkında olmadığımı anladım. Neden diyecek olursanız; aslında bütün yazılım dillerinde herşey aynı mantıkta çalışıyor fakat sadece yazım şekilleri farklı.


Sonuçta Bilgisayar Mühendisliğinin öyle bilgisayar parçası toplayıp programlar yüklemek olmadığını gördüm. O zamanlar bu tarz şeylerle uğraşmayı seviyordum fakat şimdi yaptığım işi bunlardan daha da çok seviyorum. Çünkü yazdığım kod bloklarının yaptığı işi binlerce kişi kullanıyor ve bundan mutluluk duyuyorum.
İşte benim hikayem böyle. Sizlerle paylaşayım dedim. yaptığı işten mutlu olan şanslı insanlardan bir tanesi de benim.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Stressss !!!

Hmmm... Bakıyorum da yazma vakti gelmiş hatta geçiyor!
O zaman geçen hafta neler yaptık bir bakalım.

Okul. Okumaktan bıkanlar varsa eğer, benim yazımı okudukça sıkıntıya girebilirler diye düşünüyorum. Geçen haftamın tamamını okulda geçirdim. Sebebi, yüksek lisans mülakatları. Sanırım ömrümün 3 yılını kaybettim! İngilizce mülakat + sınav, insanı ziyadesiyle gerebiliyormuş, bir kez daha öğrendik =)

Paralı bir okuldan bahsediyorum bu arada. Zaten para veriyorum, peki neden bu kadar kasıyorum diye düşündüğüm sırada, 15 kişi girdiğimiz mülakattan 5 kişi sağ çıktık! Oldukça seçici davrandılar. Tabi bölümün de bu duruma katkısı büyük. Artık bilim adamı olma yolunda ikinci adımımı atmış bulunuyorum :)

Konu kaçtı. Asıl topik stres di değil mi? Hayatımda yaşadığım streslerden daha büyüğünü bu mülakatlarda yaşadım diyebilirim. Girmeden önce, tuvaletim geldi, midem bulandı, ağzım kurudu ve ellerim terledi! Hayatımın sonuymuşçasına bir tavır takındım :) Çıktığımda bütün sıkıntılarım bitmişti ama şimdi de korku dağları bürümüştü! Sonuç ne olacak korkusu.

Yani bu haftam ne kadar uzun zamanda geçti, zaman denen kavram ne şekilde göreceliymiş, stres altında bir insan nasıl davranıyormuş, tek tek yaşadım. Halbuki daha da sevimsiz bir durumdayım artık. Tekrar ders çalışma, tekrar sınavlar, projeler...

Gerçi ben ders çalışmayı seviyorum sanırım. İnek öğrenci diye tabir ettiğimiz bir kalıba, kimya mühendisliği sayesinde büründüm! Şimdiyse profesyonel öğrenci oldum, hayatım boyunca öğreneceğim :)

Bunların dışında beni oyalayan bir faktörüm oldu: Hafızası çok büyük bir i pod :) İçine dizilerimi yükledim ve günün her saati, her yerde dizi izleyebiliyorum! Bu nasıl bir teknolojidir yarabbim!!! Ve bir şey daha: Artık bilim ve teknik dergileri okuyorum =D

6 Eylül 2010 Pazartesi

Geri dönüş :(

Yaz tatili bitti, moraller bozuk. Bundan birkaç ay önce, Gülse Birsel'in son kitabını okumuştum. Bir bölümünde şöyle yazmıştı; "Bence insanlar 50 yaşlarına kadar emekliliklerini yaşayıp, 50 yaşından sonra çalışmalılar. Çünkü en güzel yaşlarımız olan 20-50 arası çalışıp didinerek ve hayattan hiçbir şey anlamayarak geçiyor, 50'den sonra emekli olunca ise yalnızlıktan ve sıkıntıdan şikayet ediyoruz." Ben bu fikri fazlasıyla benimsemiş bir vatandaş olarak, şansım olsa bugün Bodrum'a geri dönerim :)

Çok şahane, hem dinlendiğim hem de eğlendiğim bir tatil geçirdim. Zaman zaman da Bodrum'dan bildirdim siz arkadaşlarıma =) Ama son birkaç günü özet geçememiştim, malumunuz yoğunluk!

Anlatmadan geçemeyeceğim üç konu var. Birincisi Bodrum'lu arkadaşlara: Bodrum'a gittiniz, aynı zamanda iki işi bir arada yapayım, gelmişken saçımı kestireyim diyorsanız (!), doğru İbrahim'e. Hayatımda tanıyabileceğim en başarılı saç uzmanı. Zaten bir yığın da ödülü var. Ulaşmak isteyene, telefonu bende saklı! Buradan ona çok çok teşekkürlerimi iletmeyi borç bilirim =)

İkincisi, Tango Argentina. Dünyanın en şirin restoranlarından diyebilirim. Bodrum Marina'da, sokak ortasında bir Arjantin restoranı. Yemekleri çok güzel, servis kalitesi de bir harika. Ayrıca üç kişilik bir ekip, gecenin ilerleyen saatlerinde sahne alıyor ve çok keyifli bir müzik ziyafeti yaşatıyorlar. İki keman bir de gitar eşliğinde. Fiyatları ise İstanbul'a göre uygun denebilir. Kesinlikle denenmeli derim ben.



Üçüncüsü ise bir klasik: Penguen Pastanesi. The Best Balbademli Dondurma =) Köyümün Roma Dondurmacısı gibi aynı! Çok hoş bir lezzet, şöyle ki, yerken şekerden içiniz bayılmıyor, tam tersine daha da yiyesiniz geliyor! Zaten herkes bilir Penguen'i ama bir kez de ben ekleyeyim dedim. Yedim, iyi de geldi yani =)

Bir yaz daha böyle geçti. İstanbul'a ayak bastık, yağmurlu, karanlıkmı karanlık bir hava. Boğucu nem, bol stresli ve gürültülü trafik. Daha neler neler!!!

Yaşıma yaş kattıkça, güneye göç edesim de artmakta sanırım =) Umarım seneyeki yaz tatili çabuk gelir! Vay İstanbul vay...